16 Temmuz 2011 Cumartesi
Katakomp, "Uyumak, Bir Orman Gibi Kardeşçesine..."
Fotoğrafta gördüğünüz şey bir "Katakomp", Katakomp ne mi? Esasında İlk Hristiyanlardan kalma, kayaları kazarak oluşturulan mezarlar. Ancak Resimde gördüğünüz tam olarak bu değil.
18. yüzyıl ikinci yarısında, Paris’te mezarlıklar tamamıyla dolunca, artık yeni mezarlık yapacak yer mi bulamamışlar bilinmez, eski mezarları boşaltma kararı çıkmış. Bu kararda azalan mezarlıkların değerli hale gelmesi kadar buna bağlı sokak ortasında yatan ölülerin genel sağlığı tehdidi de göz önüne alınmış. Karar, krala ya da sırtını krala dayamış bir yöneticiye ait muhtemelen. Karar o zamanın Fransız’ını birkaç yıla kadar yapacağı devrim için daha da kızdırıp cesaretlendirmiş midir, halk kararı ecdadına saygısızlık olarak algılamış mıdır, yoksa desteklemiş midir, bilemiyorum. Bildiğim kararın uygulamaya geçtiği ve Paris’in altındaki tünellerin bir kısmını “katakomp” adı verilen bir tür toplu mezara dönüştürdüğü.
Uygulama yine bilenen en eski şehirlerden Roma’da da hayata geçmiş, Çek Cumhuriyeti’ndeki “Bone Church”ün temel materyali insan kemikleri bir katakomp'tan alınmamış, ancak uygulama benzerlik teşkil ediyor. Kısacası Hıristiyanlıkta bu tip bir kararları uygulatabilenler olmuş. Benzeri bir uygulama bugünün dünyasında imkansız gibi. Çünkü mezar mevtanın ya da hayattaki yakınlarının özel mülkü olarak kabul görüyor. Kapitalist demokrasilerde teoride değilse de pratikte mülkiyet hakkı tüm sistemi ayakta tutan güçlerden biri olduğu için yaşam hakkından daha ateşlice savunulabiliyor, ona karşı en küçük bir adım bile sistemin mantığına aykırılık olarak görülüp sert tepkilerle karşılaşıyor. Toplumda yaratması muhtemel tepkilerde göz önüne alınırsa, bugünlerde kimsenin böyle bir şeye cesaret edebileceğini tahmin etmiyorum. Türkiye’de bu konuda yaşanmış aklımda kalan tek örnek eski bir haber bülteninden, ortasından yol geçmesi zorunlu olan bir mezarlıktaki kısıtlı sayıdaki mezarın başka bir bölgeye nakil edildiğini hatırlıyorum, hayattaki yakınlarının izniyle, diyanet onayıyla ve imam huzurunda tabii ki. Bir tünel ya da katakomp benzeri bir yapıda mal istifler gibi üst üste konmasına tahammül edebilecek bireyler olmadığımızı düşünüyorum.
Katakomplar da bir tür mezar. Sadece başında ağlayana, kimliğini ziyaretçisine belli etmek amaçlı bir mezar taşına ve cesedin sağlıklı çürümesi ve varlığın özüne dönmesini sağlayacak toprağa ve mikroorganizmalara ihtiyaç duymayanı. Bu gibi ihtiyaçları saymazsak geriye kalanların istirahatgahları toprağın altında olmuş ya da kendisi gibi binlercesi ile birlikte kapalı bir alan olmuş çok farklı değil. Sonsuzluk uykusunda tek başına yatmaktansa yüzlercesi varlıklarından kalanları birbirine karışmış halde kardeş kardeş uyumaktalar. "Katakomp" kavramının kimilerimizi rahatsız eden kısmı insanın özüyle barışık olmamasından ve insana dikte edilen ahlaki değerlerden kaynaklanmakta.
İstanbul gibi bir anda çılgınca genişleme yaşamak zorunda kalmış şehir sayısı çok fazla değildir. 1950’lerdeki nüfus on katına ulaşmış. Bu hızlı büyüme eskiden şehrin ya da kasabanın uzağındaki mezar yerlerinin artık şehrin göbeği denebilecek yerlerde olmasını sağlamış. Kadıköy dershaneler sokağının sonunda Haydarpaşa yönüne doğru uzanan ya da Bostancı köprüsünün araç ile bir dakika yukarısındaki İçerenköy mezarlığı ya da Bağlarbaşı’ndaki, Mecidiyeköy’deki gayrimüslim mezarlıkları, veyahut en basitinden mezarlık denince ilk akla gelen yerlerden :Zincirlikuyu, Karacaahmet.
Düşünsenize Karacaahmet mezarlığını devlet kararıyla boşaltıldığını, oradaki mezarların da sonradan inşa edilecek mezarlığın yüzde biri etmeyecek bir binada, tünelde aynı tertiple istifleneceğini. Bunun için ilk gereklilik mezarın içinde uyuyanların toprakla ilişkilerinin zorunluluğunun kalmaması diyebiliriz, tıpkı fotografımızdaki gibi. Belki Karacaahmet’te yatan bir tanıdığım olmadığından ama karar bana o kadar da korkunç gelmiyor, ancak her kim için bu karar asla uygulanamaz ise bilsin ki burada yaptığımız şey bunu savunmaktan ziyade bu konuda işkembe-i kübra fırtınası. Söz temsil gerçekleşirse Üsküdar ile Kadıköy arasında oldukça büyük bir alan yaratılmış olacak. O muhitte yaşayanların psikolojik durumu değişecek muhtemelen, yine o muhitin klasiklerinden mermerci esnafı ayaklanacak. İstanbul’a yerleşmek için alan arayan yabancı sermayeli otel zincirleri benzeri şirketlerin ağzı sulanacak, o muhit belki İstanbul’un en büyük parkına sahip olacak, haliyle etraftaki gayri menkullerin değerleri artacak. Tabii ki pratikte bunların herhangi birini görme şansımız sıfır.
İlkokul yıllarım Selimiye ilköğretim okulunda geçti. Okul, bir ilkokul öğrencisi için oldukça sıra dışıydı. Hemen önünde o zamanki ismiyle “Üsküdar Anadolu” futbol kulübünün toprak sahası vardı. Derste öğretmene çaktırmadan kafanızı sola çevirdiğinizde gerçek futbol sahası büyüklüğünde bir sahada, gerçek futbolcular futbol oynuyorlardı. Aklımızın almakta zorlandığı büyüklükteki kalelere yönelen şutları görebilme gayretimiz en loş günlerde bile perdelerin kapanmasıyla son bulurdu. Okulun arka kısmında ise Karacaahmet mezarlığı vardı. Ölümle tanışmak için, onu anlamak için haddinden fazla küçük bir çocukken, okulum eve uzak olduğu için, okula servisle ve her allahın günü binlerce mezarın arasından geçerek giderdim. Belki henüz o korkuyu bile tanımlayamadığımızdan ama korkmazdık, bilinmezliğin yarattığı ürperti ile seyrederdik. Alıştıktan sonra servis içindeki türlü çocukça salaklığımızı mezarlığın yanından geçerken de yapmaya başladık. Servis şoförümüzün radyosunu kapatmasıyla fark ederdik mezarlığa yani okula yaklaştığımızı. Mezarlıklar korkutuculuğunu benim için ilkokulda yitirdi kısacası, üstüne üstük dini ya da ölümden sonrasına dair hiçbir inancım olmadığı için katakomp benim kulağıma korkutucu gelmiyor. Tersine kimilerimizi rencide etse de artık dünyada olmayanların dünyayı işgalinin önüne geçiyor oluyoruz.
Dünyanın bir kişi için özel olarak tasarlanmış, inşa edilmiş en büyük mezarı 4578 yaşındaki Keops piramidi. Kendi zamanı ve kendinden sonraki yüzlerce yıl için dünyanın en büyük, en ihtişamlı eseri olsa da, bu mezarın da diğerleri gibi insanın ilk kahraman Gılgamış’tan bu yana değişmeyen, hep aynı sonla, zorunlu bir vazgeçişle biten arayışının bir avuntusu olduğunu söylemek lazım her şeyden önce. İki açıdan bakmak lazım; gidenin ve kalanların gözünden. Keops piramidini inşa ettiren Kral Khufu, bu hususta bir istisna çünkü hala hayattayken, geriye kalması muhtemel kişilere tanrı-kral despotluğuyla yaptırmış mezarını. Ondan sonra varola gelmiş çoğumuz için bu iş böyle yürümüyor.
Gidenlerin çoğu gidiş tarihlerini bilmediğinden, bu konuları konuşmanın genel kabul görmüş manasızlığından ve olası kalacakların kendileri için mevcut şartlar ölçüsünde en iyisini yapacağından emin oldukları için herhangi bir beklenti içinde olduklarını önceden belirtmemişlerdir. Ancak hayatının sonbaharının da sonlarındaki yaşlılar keselerindeki kefen paralarıyla, satın aldıkları mezar yerleriyle, defin töreni teferruatları için varislerine istekleriyle kaçamayacaklarından emin oldukları sonu hatırlayarak, onu planlayarak yaşamayı tercih ederler. Nispeten genç olanlarımız ölümü düşünmemeyi matah bir şey sanar, o yokmuş gibi yaşar. Sonra değer verdiğimiz bir insan bu gerçekle yüzleşmek zorunda kaldığında yokmuş gibi yaptığımız gerçekleri sakladığımız sandıklardan çıkarır, üç beş gün önce zihnimizden geçirmemekle övündüğümüz şeyleri avuntu malzemesi olarak kullanırız. Yokluk hayatın alışılagelmiş sıradanlığı ile barışınca ölüm tekrar kabına konur sandıklarda saklanır. Başka bir değer verdiğimiz ya da biz ölene kadar artık ölüm yoktur bizim için. Halbuki ölümü unutmak hayata dair çok fazla şeyin yarım kalmasının, “her ölümün erken ölüm” olmasının temel sebeplerinden biridir
Benim bir mezar beklentim yok, yakılmayı tercih ederdim, küllerimin Kadıköy’den Boğaziçi’ne oradan da akıntının beni götürdüğü yere götürmesini isterdim aslında. Bu isteğimi gerçekleştirecek alt yapının yani bir krematoryumun varlığından haberim yok. Sokak ortasında ölü yakmak da benden sonrakiler için problem olabilir ama aslına bakarsanız bu isteğin benim için gerçekten önem arz ettiğini düşünsem oturur bir not ile bir şekilde aileme, sevdiklerime iletirim. Asıl istediğim yakılmak değil. Ölümümden sonra benden kalan cansız et parçasıyla içlerini rahatlatacak ne yapmak istiyorlarsa yapabilirler. Nekrofillere bağışlanabilir bile. Çünkü geriye kalan şey ben değilim. Varlığım zihinlerden başka bir yerde yok artık. Belki mekanların ruhuna, eşyaların manasına sinmiş olabilir ancak bunlar da bir zihinde var olabiliyor ancak. Benden sonrakilerin içini ne rahat ettirecekse onu yapsınlar. İster yıkayıp gömsünler, ister yılda bir gelip orda olamayan biri için gözyaşı döküp, mermerlere kapanıp sızlansınlar. Bunlar çare olsun diye yapılan hareketler değil zaten. Kültürün ortak aklı tarafından seçilmiş birer ritüel, topulumun geri kalanına ve daha da önemlisi kişinin kendine özlemini, acısını, yalnızlığını itirafı, kanıtlaması. Ölümü unutmanın kendisi kadar gereksiz, mantıksız ve insani.
Kıssadan hisse mezarlar ölülere ait değil, onlar hayatın bizi içine düşürdüğü/düşüreceği aczin birer simgesi. Kimi 4500 küsur yaşında bir piramit Keops, kimi giden sevgiliye kalan son borcun ödenişi Tac Mahal, kimi kurucusuna 15 yıl sonra da olsa liderinin kendisi için ifade ettiği mananın tezahürü Anıtkabir.. Kimi mevtanın mezarı bir tane değil, yirmi farklı mezar sahibi Yunus Emre en güzel örnek.. Kimileri ise öldükten sonra bile askeri disiplin ve tekdüzelikle dizayn edilmiş, hepsi birbirinin aynı mezar taşlarına sahip şehitliklerde uyumakta. Ne kadar farklı amaçlarla, farklı beklentilerle, farklı büyüklüklerde inşa edilmiş olsa da mezarlar aslen ölüler için değil, yaşayanlara ait.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder