25 Ağustos 2011 Perşembe

Wadi al-Salam

Green-Wood hakkında google yardımıyla dolanırken, burada altı yüz bin kişi yatıyormuş, peki dünyanın en kalabalık mezarlığı hangisidir, orada kaç kişi yatmaktadır? benzeri sorular aklıma geldi. Yeterli bilgiye sahip olmasam da kabataslak bir şeyler sunabilirim;


Irak'ın Necef kentinde, Hazret-i Ali türbesinin hemen sıırından başlayan, Şii'ler için kutsal kabul edilen ve her Şii'nin gömülmek istediği Wadi al-Salam dünya üzerindeki en kalabalık mezarlık. Bu sıkışık yatakta 5.000.000'un üzerinde insanın yatmakta olduğunu biliyoruz. Net bir rakama ulaşabilmiş değilim. Kalabalıklığı ile etkileyici olduğunu söylediğim Green-Wood'un 8,5 katı büyüklüğünde olduğunu ancak yüzölçümü olarak Green-Wood'un yanlızca 3 katı olduğunu söylediğmide sıkışıklık daha net anlaşılacaktır. 




Wikipedia'ya göre Necef şehrinin  nüfusu 560.000, Wadi al-Salam'da ki ölü insan sayısı 5.000.000'un üzerinde. Tek tanrılı dinlerin genelinde dünya hayatı ikinci plandadır ama ölümün bu kadar net bir şekilde kapladığı başka bir şehir var mıdır? 



Ne demeli ki?

Green-Wood Mezarlığı

Bu gördüğünüz resimdeki müthiş manzaraya sahip mekan bir mesire yeri değil. müze bahçesi değil, kişiye özel kocaman araziye sahip bir konut bahçesi değil, park değil, bir dakika aslında park sayılabilir. 

Gördüğünüz bu fotoğraf, New York eyaleti sınırları içerisinde bulunan, tarihi 1838'e dayanan, haber bülteni tabiri ile, ebediyete intikal etmiş 600.000 uyuyanıyla bir mezarlık Green-Wood Mezarlığı. 2006 yılında "Ulusal Tarihi Simge" gibisinden bir paye verilmiş.



Mezarlığı merak etmemin sebebi, okuyanların hemen hatırlayacağı gibi,  Paul Auster'in "Sunset Park" namlı romanı. 1,9 kilometrekarelik alanı ile mezarlığın uydu fotoğrafını görmektesiniz. Uydu fotoğrafını büyütebilir, alanı daha detaylı görebilirsiniz. İçerisinde olmayı çok istediğim bu mekandan birkaç fotoğraf paylaşmak istiyorum. Huzurlarınızda, Green-Wood Mezarlığı;





Bebek Mezarı

Göl Manzaralı Mozaleler
Kuru Yapraklar ve Mezar Taşları
Mozaleler, Başka bir görünüm
Başka Bir Mezar
Olmuş Sanki..
Hala da Epey Boş Yer Varmış.
Giriş Kapısı
İddialı Bir Çalışma

23 Ağustos 2011 Salı

Bizimki, Dört Göz, Şeftali Ağacı Sokağı ve Şişko Larry

Küçüklüğünden beri maharetli bir adamdı. Elinden her iş gelirdi. Beceriksiz arkadaşlarının yardımına koşmaktan dahi çekinmezdi. Onun için kırık, bozuk, çalışmayan bir şeyi onarmak dünyayı daha güzel kılmanın bir yoluydu. Bu sayede gülen yüzlerle, saygıyla, samimiyetle daha fazla karşılaşıyordu. Kimileri böyledir ya işte, bir şeyler yapmadan duramaz. Bu adam da yapmayı seviyordu.

Kuşaklardır aile meslekleri marangozluktu. Yeni kıtaya gelip yok paraya kocaman bir arsayı çevirip kendi üretimlerini yapana kadar. Ata yadigarı marangozluğu asla boşlamadılar. Marangozluk artık sadece bir aile geleneği de olsa yaşatılmalıydı. Adam olacak çocuk bokundan belli olur misali, bu adam küçücük bir çocukken babasının kendisine yaptığı ahşap oyuncaklarla değil, onları imal eden aletlerle oynamayı severdi. Artık tahtalara acemi darbelerle şekil vermeye başladığında daha doğru düzgün yürüyemiyordu bile.

O kocaman arazinin ve hatta tüm ailesinin ellerinden kayıp gidişine şahitlik edip kendini New York'a attığında iş bulması hiç de zor olmadı. İnşaat, çelik perçinlemek hakkında hiçbir bilgisi yoktu ama sadece birkaç hafta içinde en gözde elemanlardan biri olup çıkmıştı. Kısa zamanda gösterdiği bu başarı ile inşaatın en kıskanılan ve uzak durulan adamı oldu. Onun umurunda değildi. Sessizce işini yapar, aralarda sırtını çeliğe dayar ve şehri seyrederdi.

Bu dört gözü tanımıyordu. İçinde yaşadığı bu kocaman şehirde varlığı gereksiz sayısız adamdan sadece bir tanesiydi. Tanısa da sevmezdi zaten. Kendine has olabilmek için en zoraki düşünceleri doğruymuş gibi göstermek için kelimeleri ahlaksızca kullanan sonunda bütün kelimelere, düşüncelere ve hatta insanlara kendi çıkarınca iş yaptırmayı amaç edinip kendisi rahat rahat yaşayanlardan olduğunu düşünür, dört göze karşı kayıtsızlıktan öte ince bir nefret dahi beslerdi. 

Halbuki dört göz tanıyabilseydi ona bayılırdı. "Elinden bu kadar faklı iş gelen, bu yaşında şehirde bir başına yaşayan bu adamın dinlenmeye, anlatılmaya layık bir öyküsü vardır. O öyküde benim için, şimdiye kadar kendimce akıl edemediğim ne dersler vardır" derdi. Bu sessiz adamı konuşturabilmek için sorularını sıralar, hangi konudan konuşurken daha fazla kelime sarf ettiğini gizlice inceler ve o damardan devam ederdi. Alkol ikiliyi etkisi altına aldıkça ikisi de iyiden iyiye açılırdı. Belki bu dört göz tahammül edilmeye, arada bir içilmeye layık bir adama dahi dönüşebilirdi, ayılıncaya kadar.

İkisi de burada, Şeftali Ağacı Sokağında içerlerdi. Sıra sıra dizilmiş meyhaneler şehrin farklı yerlerinden gelen, farklı beklentilere sahip farklı erkekler için bulunmaz nimetti. Sadece içki de değil, en ucuzundan ve en pahalısından yemek ve kadın da bulabilirdiniz. Gözlüklü her seferinde farklı bir meyhaneye giderdi. Bizimkisi ise, sıklıkla kendi aksanının konuşulduğu  mekana giderdi. Orada söylenen şarkılar, sarhoş olanların attıkları naralar ve hatta kavgalar dahi ona geldiği yeri, biraz ailesini, unuttuğu kendisini anlatırdı. He "bir tane içip kalkayım" dediğinde geçmişe ait bir his, bir anı, seyrek de olsa uzaklardan ortak tanıdıklara sahip bir insan onu kolundan yakalar ve yeni bir içkinin önüne oturturdu. Sarhoş olmaktan hiç şikayetçi değildi. 

Gazete satıcısı Şişko Larry onun sevmediği arkadaşıydı. Şehir öyle saçmalıkla doludur. Bir insanı sevmezsiniz ama bir şekilde ondan uzakta da olamazsınız. Bir şeyler olur ve onu görmeniz gerekir. Görmüşken oturulur, sohbet muhabbet ve bir sonraki görüşme için sözleşmeler. Açıkçası Şişko Larry'e alışmıştı. Onun çok yardımını gördüğü için, hissettiği minnet borcu için alışmak zorunda kalmıştı. New York'a ilk geldiğinde aylak aylak gezerken Şeftali Ağacı Sokağındaki barda tanışmışlardı. Larry ona kaldığı odayı, dolaylı olarak çalıştığı işi, üzerinden geçtiği birkaç kadını ayarlamıştı. Larry insanlara yardım ederdi, sıkıcılığı ile bedelini de ödetirdi. O kadar da şişko değil diyenler için, bu Larry'nin sağlam bir diyetle on iki kilo vermiş hali. Verdiği kiloları geri aldığını, sonra yine verip, yine aldığını söylememe gerek olmamalı. Lakabın üzerine yapışmasından anlaşılmalı. 

Şişko Larry Bizimki ile ölümünden önce konuşan son insandı. Larry'den öğrendikleri onu öylesine sasrmıştı ki o gün, zaten kendisiyle konuşmak gibi bir dertleri olmayan iş arkadaşları ile tek kelime konuşmadı. Hayatını anlatan kitabın New York başlıklı bölümünün sonuna geldiğini anlamıştı. Tüm kitabın bitiverdiğini anlayamaması insanlığından sebepti. Her zamanki titizliği ile işini yapmaya devam ederken, yeni bölümün başılığını düşünmekteydi. İşte o gün, kafası bunca düşünce ile doluyken, gökdelenin 82 katından düşüp öldü. Pişman değildi.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Öylesine Bir Deneme

1882 bu adam için oldukça zor bir yıl olmuştu. Ailesini kaybettikten sonra New York'a geldiğinin ikinci senesiydi ve sağlığının bozulmaya başladığını, bir daha asla eskisi gibi dinç olamayacağını 1882'nin mart ayında fark etmişti. New York birçok insan gibi onun için de teslimiyet demekti ve o teslim olmuştu. Bir daha asla eskisi gibi dinç olamayacağına üzülmüyor değil, üzülemiyordu. 

Görmekte olduğunuz fotoğraftaki işi kasten seçti. Sizlere komik gelebilir ancak yarım yüzyılı dağların engin manzarasında geçiren bir adam Küçük bir şehir sokağında karşı evden başka bir şey görmeden yaşayamayabiliyormuş.

İşi, yani bu manzarayı seyredebilme keyfi onun için çok önemliydi. Günün akşam uykusundan sonra en değerli anı öğle yemeğinde, yüzlerce metre yükselikte oturup yeni alışkanlığı bir de sigara yakıp şehri, insanları seyretmekti. New York çok büyüktü ama ne kadar büyük olursa olsun, sadece bir şehirdi. Burnundan kıl aldırmayan New York zenginleri onun çalıştığı inşaattan ne kadar küçük görünüyorsa, New York da dünya için o kadar küçük olmalıydı. Dünyada daha ne güzellikler olmalıydı. O halde kendisinin varlığı dünya için önemsizdi. Bu düşüncelerle engellerini yıktığını özgürleştiğini düşünüyordu. Bu küçüklüğü ile keyfine yaşamak dışında başka bir şeye çaba harcamayacaktı. Her ne kadar özgür olduğuna inandırsa da kendini, o gün aslında sadede şehirli olmayı başarmıştı.

Ne kadar küçük ve anlamsız olduğunu anladığı gün ya da gerçek bir New Yorker olabilmeyi başardığı gün diyelim, iş çıkışı kendisini en yakın bara attı. İçebildiği kadar içip, söylemesi kendisine huzur veren köy şarkılarını söyledi. Keşke geri dönebilseydi, toprağını çöle çeviren o lanetten sonra dönemezdi. Etrafındakiler "Tanrı seni deniyor, bu hayat sadece bir sınav, metin ol" dedikçe daha da sinirleniyordu. En sevdiği köy şarkısını söylerken işte bu sol tarafta resmini gördüğünüz dış kapının mandalı adam ondan biraz sessiz olmasını rica etti. 

Yavaşça güçten düşüyordu ama henüz bu lavuk ve yanındaki diğer pısırığı halledemeyecek halde değildi. İlk yumruğu lavuğun gözlüğünü kırdı, ikincisi midesine üç günlük acı bırakacaktı. Bir dakikadan kısa bir sürede lavuk bir hafta kendisine gelemeyecek kadar zarar görmüştü. Yanındaki pısırık ilk anda çoktan tabanları yağlamıştı. Belki de polis aramaktaydı. Hızlı bir çözüm ile lavuğun ona küfür ettiğini söyledi, bar ahalisinin zaten umurlarında değildiler. Yakayı kurtarmıştı. Onu bu barda tanıyan hiç kimse yoktu. Bir daha gelmezdi, olur biterdi.

Tamamını boşaltamadığı siniri ile görmekte olduğunuz ana caddeden evine doğru yürürken bir an pişman olacaktı ki, bu caddenin çalıştığı binadan görebildiğini hatırladı. Bu dört katlı bina, metrelerce yol, binlerce kaldırım taşı ve bütün insanlar ne kadar da küçüktüler. Keza o gözlüklü lavuk, o da o kadar küçüktü ki kimse onu patakladı diye ceza almamalıydı. Adaleti, mahkemeleri meşgul ettiğine değmezdi. Sanki o lavuğun canını alsa bu dünya için ne değişirdi? O ibnenin çocuğu bile yoktur. Yapamıyordur bile. Hayatı saçma sapan kitaplar arasında, lafı güzafla geçmiş şehirler hatta ülkeler dolusu adamlardan sadece biri. O lavuğu unutmaya karar verdi, çünkü hatırlanmaya dahi değmezdi. 

Gazete satıcısı şişko Larry bizimkinin hemşerisiydi. Birbirlerini sevmezlerdi ancak, birbirlerine geldikleri o güzel yerleri, memleketlerini hatırlattıkları için, seyrek de olsa görüşürler, siyah bira içerken birbirleri neden sevmediklerini anımsarlardı. Bizimkisi durgun bir adamdı, durgunluğu severdi. Onu besleyen ani sağnaklar olmasa sularının günlerce yerinden oynamayacağı kolayca tahmin edilebilen bir göl gibiydi. Şişko Larry ilkbaharda kar sularla coşan akarsu gibiydi. Hızlı konuşur, bol bol yer, söz kesmekten hiç gocunmaz, hemen her saniye aklına gelen bambaşka bir fikri, kişiyi, olayı saçma sapan detayları ve bütünlükten uzak üslubuyla anlatırdı. 
O sabah kendisine doğru koşan Şişko Larry'yi gördüğünde içi sıkılmaya başlamıştı bile. Halbuki Şişko Larry'nin gazetede göstereceği şey dünyasını değiştirecekti. Dün dövdüğü o lavuk bizimkinin iş için çıktığından dahi yüksek yerlerde tanıdığı olan bir ressam'mış, her nasılsa bir gün sonraki baskıya kendisini döven adamın resmini yetiştirmiş. Bulana ödül dahi varmış.

Şapkasını kafasına iyice geçirip, paltosunun içinde adeta yok olup işine doğru yürümeye devam etti. İşinden olacaktı, gelirinden, odasından, içkilerinden. Hapse kadar yol görünüyordu. Kabul edemezdi. Kaçmaya karar verdi. Çalışırken nasıl ve nereye kaçacağını düşünmeye başlamıştı bile. Geldiği yerde hayat bitmişti. Güney ona başka hayatlar sunabilirdi. Tarlalarda çalışmak istemiyordu. Yine bir şehirde yaşamak, insnaların arasında fark edilmeyecek kadar küçük bir detay gibi var olmak, birkaç kişi ile konuşup geri kalanlarını yok saymak istiyordu. İşte o gün, kafası bunca düşünce ile doluyken, gökdelenin 82 katından düşüp öldü. Huzurluydu.

19 Ağustos 2011 Cuma

Tarih Öncesi Bir Mağara Resmi


İspanya'daki Altamira mağarasında bulunan mağara resminin çizildiği anki hali böyle görünüyormuş. Gerçekten Kültür mirası budur.

http://en.wikipedia.org/wiki/Cave_of_Altamira

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Dünya'nın Dışına Çıkmak



İki farklı fotoğraftaki iki beyefendi insanın uzayla imtihanının iki önemli figürü. Sol tarafta Dünya’dan çıkıp uzaya ilk çıkan kişi, bir Sovyet vatandaşı Yuri Gagarin, hemen sağında ise Apollo 11 ile dünya dışında bir yere ilk ayak basan ekibin simge üyesi, ABD’nin Uzay yarışındaki başarısını ilan edenlerden Neil Armstrong.

Dünya’nın dışına çıkmak, Ay’a gitmek insanlığın gelişim endeksiyle ilgili kulak dolgunluğu olan 2000’li yılların insanları için basit birer klişe. Artık Uzay yolculukları çoğumuz için birkaç vakitte bir ana haber bültenlerimizdeki birkaç dakikadan ibaret, gündemin zayıf haberlerinden, bizi ilgilendirmiyor sanki. 1960’lı yılların insanları içinse belki aklın almayacağı genişlikte bir haber ya da gerçekleştirenleri tanrılaştıracak kadar önemli bir başarı.

İnsanlık, varlığını homo sapiens sapiens’lerden başlatırsak, altmış bin yıllık uğraşıyla, kendi seçtiği zaman birimi ile milattan sonra 1960’lı yıllarda bir zinciri daha kırdı  İçinde doğduğu, büyüdüğü kabına sığmamakta kararlıydı.  Dünyanın dışına yolculuk kitleleri en çok etkileyenlerden biri değildi denebilir mi? Bunu böyle değerlendirmek insanın dünya dışı tecrübelerinin getirilerini tahmin edebilecek vizyonumuzun noksanlığı olmalıdır. Uzun vadede bu yolculukların insanlığa getirileri, tek kıtanın keşfi ile insanlığın yaşadığı dönüşümlerle karşılaştırılmasıyla anlaşılabilir.


















İnsanın, ne kadar kabul gördüğü belirsiz, bir ilkesi var. Aile içi tartışmalar aile içinde kalır ve dışarıdaki insanlarla, eğer rüştlerini ispatlamamışlarsa, paylaşılmadan halledilir. Tabii ki bu ilke her insan tarafından kabul edilmek zorunda değil, ancak insanlık ailesinin zorunlu ikametgahı dünyasından dışarıya giderken üzerinde taşıdığı simgelerin sadece ve sadece devletlerine ve uzay yarışının taraflarına ait olması üzüntü verici. Fotoğraftaki iki beyefendi de kendi tercihleri dışında ülkelerinin simgeleriyle gittiler ve geldiler. Gagarin kaskındaki CCCP harfleriyle temsil ettiği değerleri Dünya’nın dışına taşıdı. Öncesinde Sputnik ya da Voskhod ile insansız uzay aracından yayınlanan marşlarını meclislerinden dinleme şerefine erişmişlerdi. Şüphesiz bu lütfün o dönemin insanları için manası bizim için zaman yolculuğuna ya da ışınlanmaya şahit olmak kadar unutulmaz ve paha biçilmezdi. Armstrong daha da ileri gitti ve insanlık tarihinde ele geçirmek manasıyla bilinen bayrak dikme eylemini insanlığın ortak simgelerinden biri olan Ay’ın üstünde gerçekleştirdi. Yazık ki insanlığa dair Ay üzerinde kalanlar sayısız ayak izi, ay örümceklerinin kalıntıları ve bir amerikan bayrağı. Mesaj net, sadece size değil insanlığın elindeki her şeye hükmediyoruz. O dönemde bu tercihleri etkileyebilecek karar organlarının vizyonlarının darlığı yazık ki insanlık tarihinde kanımca kara bir leke olarak durmaktadır.

Siz Ay’a gidiyor olsaydınız ve oraya bir imza, işaret ya da herhangi bir şey götürme hakkınız olsaydı (olanakları çok kısıtlı bir mekik ile gideceğinizi hatırlatırım.) neyi seçerdiniz? Aklımda net bir öneri yok açıkçası, tüm insanlığı kapsayacak bir simge olmalı bence, sadece o döneme dair kavramlarla, geçerliliği kısıtlı simgelerle değil, insanlığın altmış bin yıllık mücadelesini yansıtacak simgeyle süslü bir bayraktan yana kullanırdım oyumu. Bu uğurda açılacak bir yarışma dünyadaki sanatçıların emeğine başvurulabilir, o dönemden tüm insanlık tarihine yayılacak yeni ve ölümsüz bir simge yaratılabilirdi  gibi geliyor.


Tekrar bu iki kahramanın başarılarının önemine dönelim. Daha iyi anlayabilmek için insanlık tarihinde, bu gelişme ile karşılaştırılabilecek başka bir olay bulmaya çalışmalıyız. Önce de bahsettiğim gibi keşifler çağı olmalı. Vatikan’ın haçı çağrıştıran T dünyasından başlayan gelişim Kolomb’un Dünya’nın yuvarlak olduğu tahminine dayalı uzun yolculuğu ile devam etti. O günlerin insanlarının algıları dini dayatmalarla birlikte okyanusların bir sonu olduğu ve bir insanın o sınırdan ileri gitme teşebbüsünün dünyanın yamacından düşmekle son bulacağını düşünüyorlardı. Kolomb ve ardılları bu algıyı yıkmakla kalmadı bilinen Dünya’yı yeniden tanımladılar. Batının ve medeniyetinin ulaşmadığı topraklar sadece coğrafi keşif değil, politik güç, çalıştırılacak işçi ve ele geçirilecek yeni bir dünya demekti. İspanyollar ve Portekizlilerin bu yarıştaki liderliği kısa zaman sonra bir çatışmaya dönüştü. Araya giren dönemin Papa’sı  yeni kıtayı Ekvator’dan bölerek kardeş payı yaptı. Bu yüzdendir ki Amerika kıtasının Ekvator’dan kuzeyinde daha çok İspanyolca, güneyinde ise daha çok Portekizce konuşulur. O dönemin kahramanlarının dışına çıktığı şey bilinen Dünya idi. Yeni dünyalar keşfettiler. Ancak yine de Dünya’ya dair keşiflerdi. Bilinen hayata çok önemli ekler ve değişiklikler yapsalar da etkileri yine Dünya ile sınırlıydı.

Uzay kahramanlarımız bunun çok ötesinde bir devrime imza attılar. İnsanın arayışını dünya dışına çıkarmasını sağladılar. Dışına çıktıkları şey aslında o döneme dair insanlık tanımıydı denebilir. Bu konuyla ilgili beni en çok etkileyen konu şudur. Sorun kendinize, zaman nedir? Özünde insanın Dünya’daki yaşamını kontrol amaçlı, Dünya’nın dönüşünü rakamlara dökerek tanımladığı bir kavram, tamamıyla bizlere ait zaman kavramı tamamıyla Dünya’ya ait. Buradan devam edersek Yuri Gagarin insanlar arasında zamanın dışına çıkmış ilk kişi, Neil Armstrong  ve Apollo 11 mürettebatı ise başka bir zamanda da varolmuş kişiler, Ay’ın kendine has zamanına.  Bu gelişme ile karşılaştırılabilecek başka bir olay yok gibi. Bir ihtimal tarihin ya da zamanın kayıtlı ilk kahramanı olarak bildiğimiz Gılgamış’ın  tüm insanlık tarihine attığı imza ile karşılaştırılabilir.

Bambaşka bir yerden yaklaşalım bir de. Yıl 1933, Varlık dergisinde yayımlanmış bir Ahmet Hamdi Tanpınar şiiri, yayım tarihinden 30 küsur yıl sonra insanlığın tüm tarihinde görmediği bir gelişmeyi anlatıyor sanki. Hayatın sanatı taklit ettiği söylenegelmiştir, ancak bu kadarına hayran olmamak, önünde eğilmemek mümkün değil. Bilim ve teknoloji sizi aya bile götürebilir, ancak edebiyat size bu tecrübenin yaratacağı hissiyatı yıllar öncesinden anlatabilir. Zamanın dışına çıkmayı, yerçekimsiz ortamı, insanlığın Dünya dışına çıkarak erdiği muradını, Uzay’dan görünen yüzüyle Dünya’nın yaşamını simgeleyen maviliğini anlatıyor sanki şair. Buyurun bu gözle bakarak tekrar okuyalım;








Ne içindeyim zamanın,ne de büsbütün dışında; 
yekpare, geniş bir anın parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle uyuşmuş gibi her şekil,
rüzgarda uçan tüy bile benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten uçsuz bucaksız değirmen;
içim muradına ermiş abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık olmuş dünya sezmekteyim,
mavi, masmavi bir ışık ortasında yüzmekteyim.



2 Ağustos 2011 Salı

Ay yıldızının Öyküsü; Konstantinapolis'ten, Libya'ya

Evet, gördüğünüz şey bir bayrak ama ne bir Türki topluma, ne de İslam'la yakından uzaktan alakası olan bir topluluğa ait değil. Bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin kullandığı bayrak ile benzerliği ile tek bağı coğrafi  temelli kültürel olabilir. Bu bayrak, Bizans olarak bildiğimiz devletin başkenti, Konstantinapolis şehrinin sancağı olarak kullanılmış. Bizans'ın ay yıldızı kullanmasında Roma ile olan bağlarının payı çok büyük. Ay ve yıldızın iki ayrı  tanrıyı sembolize ettiğini anlatan iddialara kolaylıkla ulaşılabiliyor. Bizans ya da genel olarak Roma coğrafyasının çok tanrılı antik dinlerinden Hristiyanlığa geçişleri, herhangi din değişimi gibi, önceki kültürlerini tamamen ret ederek olmuyor. Sancakta, paraların üzerinde kendisine yer bulan, iki tanrıyı sembolize eden ay yıldız 1300'lü yılların başında Mora'da bir klisede bir aziz'in elinde kendisine yer bulabiliyor. Tabii ki Türkler ay-yıldız ile bağlarını sadece Bizans'a borçlu değiller. Ay yıldız Doğu Akdeniz'de ve Orta Asya'da sıkça rastlanabilen bir sembol. Kullanımına milattan önce 13. yy ila 6. yy arasında rast gelinmiş.

Azımsanamayacak kadar fazla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının Ay yıldız'lı bayrağın Cumhuriyet öncesinde de kullanıldığından bihaber olduğunu tahmin ediyorum. Osmanlı bayrağına dair tek bildikleri üç hilal. Halbuki öyle değil. İkinci bayrağımız Osmanlı Devleti'ne ait ay yıldızlı bayrak, 1844 yılında, Tazminat reformunun bir parçası olarak, Osmanlı Devleti resmi bayrağı olarak kabul edilmiş. Osmanlı donanması bayrağından esinlendiği söylenmekte. Osmanlı'nın kendisini Roma'nın varisi görme iddiasının bu bayrak benzerliğinde payı var mıdır, bilmiyorum. Emin olduğum şey, şans eseri ortaya çıkmışsa dahi bu  benzerliğin bir manası var. Osmanlı Devleti belki bu bayrağı hem Orta Asya'daki atalarının hem de kendilerini varisleri saydıkları Doğu Roma'lıların kullandığını bildiği için seçmiştir.


1299 yılına ait olan bu çizimde kovalayanlar yani soldakiler Moğollar, kaçmakta olanlar yani sağdakiler ise Memlüklüler. Osmanlı'nın beylik olarak kuruluş yılına denk gelen bu çizimde Memlüklülerin de flama olarak ay  yıldız kullandığı görülüyor. Mısır merkezli Memlüklülerin Ay yıdızı seçme sebeplerini bilmiyorum. Belki Roma kültüründen, belki Türk kültüründen, belki debambaşka bir yoldan edindiler. Onlar da ay ve yıldızı simge eylemiş yönetimlerden.



Görmüş olduğunuz siyah al yıldızlı bayrak Türk Ulusalcı Anarşistlerine ait değil. Bu arada Türk ulusalcı anarşist'i tabiri ne kadar fantastik olduysa bir o kadar da gerçek olabilir, kendinizi hazırlayın. Konuya dönelim. Bu bayrak Libya'yı oluşturan 4 ana bölgeden Sirenayka Emirliğine ait. 1949 - 1951 yılları arasında Trablusgarp'ın doğusunda yer alan bölgede var olmuş yönetim tıpkı Tunus ve Cezayir gibi ay ve yıldız içeren bayrak seçmiş. Sanırım bu seçimi tamamen Osmanlı geçmişine bağlayabiliriz.

1938 - 1939 yılları arasında Hatay'da öyle ya da böyle var olmayı başarmış, varlığını Türkiye Cumhuriyeti'ne katılarak sonlandıran Hatay Devleti bayrak seçimi ile bile gelecek için niyetini açık seçik ortaya koymuş. Hani bir bayrak renkleriyle, üzerindeki simgeleri ile başka uluslara, devletlere tabii ki ilham verebilir ancak bu denli kopyacılık yaratıcılık eksikliğinden başka bir şey değil. Sanarsın bu bayrağı dizayn eden kişi, "ilerde yıldızın içini sprey boya ile doldururuz, boşuna masraf olmasın." diye düşünmüş.






Son bayrağımız öncesinde Can Dündar'ın 7 Kasım 2003 tarihli yazısından bir alıntımız var;


"Yıllar önce Celal Bayar'ın damadı Ahmet İhsan Gürsoy'dan dinlediğim bir anıyı burada nakletmekte yarar var. Gürsoy'un anlattığına göre Atatürk, 30'lu yıllarda Türk bayrağını da değiştirmeyi düşünmüş. Çünkü ayyıldız simgesinin Osmanlı'yı ve Arap dünyasını çağrıştırdığına inanıyormuş. Türklere yeni bir ulusal kimlik kazandırmaya çalışırken, ona İslamiyet öncesi köklerini hatırlatan bir bayrağın yakışacağını hesaplamış ve Göktürk'lerin bayrağını düşünmüş. O proje gerçek olsaydı, bugün Türk bayrağında ne olacaktı biliyor musunuz: Mavi fon üzerinde yeşil bir kurt profili..."


http://www.milliyet.com.tr/2003/11/07/yazar/dundar.html

Yazıdaki iddia ne kadar ciddi bilemiyorum. Kendi adıma iyi ki hayata geçmemiş. 

Bayrağın bugünkü halinin bu coğrafya'da yaşayanların çağları aşan geçmişleri ile bir şekilde bağ kurabilmelerinde küçük de olsa payı var diyebilir miyiz? İstanbul'da yaşayan bir Rum Ay yıldıza baktığında bu şehrin hala çok az da olsa Konstantinapolis olabildiğini düşünmesi abes mi? Bu tarihi milattan önceye dayanan kültürel figürde dahi insan kanı görmek isteyenleri bir kenara koyup figürün uğradığı ilginç yerlere bakmaya çalıştım. Bayrakları bayrak yapanların sadece bayrak imalatçıları olduğunu, toprğın uğrunda ölen insan varsa utanmak zorunda olduğunu tekrar ederek sonlandırmak istedim.

Rüya İçindeki Kabus İçindeki Rüya [Birinci Bölüm]

Rüyamda Dubrovnik'teydim, Hırvatistan'da. Bu şehri uzunca zamandır gezmek istiyordum. Birbirlerine bu kadar benzeyen ama bir o kadar da benzemeyen binaların arasındaki daracık sokaklarına sinmiş hayatın kokusunu alabilmek için bir başıma geziyordum. Bir rotam, amacım, hedefim yoktu, nereye gittiğimi ben de bilmiyordum, daracık yolların beni götüreceği herhangi bir yere gitmeye hazırdım. Büyülenmişcesine yolları, sokakları, fark ettirmeden binaların içlerini, insanların güzellikleri nasıl da bir süre sonra umursamadıklarını seyrediyordum, yanımdan geçen yaşlı bir adam bana "iyi akşamlar" diyene kadar. Şaşırdım. Hırvatistan'ın bu ilginç yerinde bir adam sadece görünüşümden Türkçe bildiğimi nasıl tahmin edebilmişti? O şaşkınlıkla birkaç adım atmıştım ki, hemen sağımdaki evin birinci katında bir anne yaramazlık yapan çocuklarını Türkçe azarlıyordu. Daha "Ne tesadüf.." diyemeden bir alt sokaktan seyyar satıcının biri Türkçe bağırışları ile müşterilerini arıyordu. Artık fazla olmaya başlamıştı. Herkes mi Türkçe biliyordu burada? Şansımı denemek için karşıdan gelen genç kıza yaklaştım. Yüzümdeki şaşkın bakış onu da ürkütmüş olmalıydı. Ne yapacağını bilemeden çantasına güya fark ettirmeden sıkıca sarıldı. Sanki İstanbul'un sokaklarından birindeymişim gibi "Afedersiniz, saat kaç acaba?" deyiverdim. Çatık kaşlarla "üç buçuk.." dedi, kendinden emin gibi görünmeye çalışan ancak korkmuş, aceleci adımlarla geçti gitti. Sanırım Dubrovnik'de değildim. Burası başka bir yer olmalıydı. Nerede olduğumu bilmiyordum.

Bu sokağı görünce hatırladım. Burası, İstanbul'da yaşayan milyonlarca insanın bir şekilde bilmediği, yaşayanlarının muhit dışına çıktıklarında ağız birliği edip hiç bahsetmedikleri, tarihi dokusunun bu gizliliğine borçlu, tenhalığının her daim keyfi sürülebilen, özür dilerim ama adını ve nerede olduğunu sizlerle paylaşamayacağım benim yaşadığım yerdi. Az önce turist gibi gezdiğim bu sokaklar artık tanıdıktı. Biraz da bana aittiler. Buraya taşınalı çok olmamıştı, evim ikinci katta küçük bir daireydi. Ufacık mutfağım taşındığımda da kırmızıydı, değiştirmedim. Tek bir odam vardı, hem salonum, hem yatak odam, hem de muhitin gizliliğinden çağırmamın yasak olduğu misafir odamdı. Yalnız küçük bir sorun ile karşı karşıyaydım. sokaklarda evimi arıyor ama bulamıyordum. Evim bir sonraki sokakta olmalıydı. ya da bir sonraki veyahut bir sonraki..Dakikalardır arıyordum, her sokak bir öncekine göre daha tanıdık görünüyordu ama hiçbiri benim evim değildi. Burada yaşıyor; bu gizliliği, bu güzelliği, bu insanlardan uzak cenneti paylaşıyordum ama evimin nerede olduğunu bir türlü çıkaramıyordum. Ben evimi bulamadıkça her şey biraz daha garipleşir oldu.


Önce insanlar gözden kayboldular, yol giderek daraldı, o güzelim binalar yerlerini sade duvarlara bıraktı. O duvarlar tek tipleşti, betonlaştı, çirkinleşti, üzerlerini okuyamadığım garip yazılar kapladı. O zaman anımsadım, ben, o varlığı geriye kalan İstanbul'dan  gizlenen güzeller güzelli muhitte yaşamıyordum. Buraya daha önce sadece bir kere gelmiştim, bir dostumun misafiri olarak. Geriye dönüp tekrar o sokaklarda yürümek istedim. Rahatsızlık vermeyecek bir ziyaretçi gibi bir kere daha geldiğim yöne yürüyüp bu gizli mahalleyi kendisiyle baş başa bırakacaktım. Bir türlü mahalleye giden yolu bulamıyordum. Halbuki yol bulmakta iyiyimdir, bir kere gittiğim yeri bir daha unutmam. geldiğim sokaklardan geriye gittikçe ya da geriye gittiğimi düşündükçe duvarlar daha da çirkinleşti, daha da garip insanlara şahit oldum. Bana küçümser bakışlarla, korkunç kahkahalarla yaklaştılar. Gökyüzü giderek karardı. O saklı güzellik nasıl olur da böyle bir lanet ile çevrelenmiş olabilirdi? Çaresizce yürürken gördüğüm çizgili takımlı, kocaman şapkalı, incecik, sivri suratlı bir adam bana seslendi. Tıpkı saati sorduğum o kız gibi koktum ve korkan her insan gibi, elden geldiği kadar korkmamış gibi yaparak ondan kaçmaya çalıştım. Beni takip ediyordu, arkamdan inatla bağırıyordu. "Hey, Hey sen! Bir şey soracağım, beni bekle". İzimi kaybettirmek umuduyla her gördüğüm sokağa dalıyor, bir sağa, bir sola dönüyordum. O hala peşimdeydi.



Sokaklar git gide daha da korkunçlaştı. Duvarlardaki yazılar çoğaldı, çoğaldı ve birbirlerine geçtiler. Görebildiğiniz sadece korkutucu renklerin hareketsiz danslarıydı. Adımlarım sesinin daha da yakından geldikçe hızlanır oldu. koşmaya başladığımı fark etmedim bile.  Bazen iki bina arasına arasına inşa edilmiş bir kemer her şeyi daha da karartıyordu. Bazen binaların da altına giren sokaklardaki kasvet adamı kalpten götürebilirdi. En önemlisi o adam hala arkamdaydı. Koşabildiğim kadar hızlı koşuyordum. Küfürler etmeye başladı. Peşimdeki adam, artık tek bir insana bile şahit olamadığım bu sokaklarda beni ortadan ikiye ayırsa kimsenin ruhu duymazdı. Dizlerimdeki dermanın giderek tükendiğini hissettiğim anda başka bir çözüm aradım. Açık bulduğum ilk kapıdan içeriye girip kapıyı hızlıca kapattım.

Nefes nefese, kıçımın üstüne, olduğum yere çöktüğümde yaslandığım bu kapı oldukça eski olmalıydı ama sapasağlam olduğuna hiç şüphem yoktu. Beni kovalayan malum adam kapıyı olabildiğince sert yumruklarken bana kapıyı açtırabilmek için küfürler, tehditler, hakaretler savuruyordu. O kapıdan dışarı çıkmaktansa önümdeki bu karanlık koridordan başka bir çıkış aramaya hazırdım. Duvarları küften çürümüş, boyası kabarmış, zemini sırılsıklam koridor zanedeceğinizin aksine hiç de kötü kokmuyordu. İleriden serin bir esinti, çok daha uzaktan huzurlu veren bir ses gelmekteydi. Giderek daha da cesaretlenen adımlarla koridorun sonuna doğru yürüyordum. İçinde kaybolduğum bu hayret verici labirentin nihayet bildiğim bir çıkışına ulaşabilme umudu karanlığı rahatlıkla bastırıyordu.  Duyduğum bu sesin, bu serinliğin denize ait olabileceğine ihtimal dahi veremiyordum, bunca saçmalığın ardından bu mu olamayacaktı? Koridorun sonundaki pencerenin manzarası gördüğüm en huzur verici şeylerden biriydi.


Nasılını bilemiyorum, işte tam da bu evdeydim. Koridorun sonundaki pencere görmekte olduğunuz evin denize bakan kısmına aitti, kapı ise evin sol iç kısmında kalmıştı. Yine nerede olduğumu bilemiyordum ancak bu kez şikayetçi değildim. Tüm bu hengameye rağmen birkaç dakika öylece durup denizi seyrettim, sesini dinledim, kokusunu içime çektim, yüzüme vuran rüzgarına tebessüm ile teşekkür ettim. Önümdeki merdivenlerden üst katlara çıktım. Evin sağ tarafındaki cumba çalışma odasıydı, sol tarafında yatak odası vardı.en üst kat mutfak ve yemek odası olarak dizayn edilmiş, yemek masası tam da hayalimdeki gibi denizi seyretmenize izin verecek şekilde konumlanmıştı. Işıklar yanıyordu, sular akıyordu. Burada yaşayan biri olmalıydı. Dayanamayıp en alt kata indim, koridor bıraktığım yerdeydi. Kapı hala beni kovalayan adam tarafından yumruklanmakta, tekmelenmekteydi. Nedense bu adamın, bu kapıyı açamayacağına ve tabii ki bana da açtıramayacağına emindim. Ona acıdım, onu ve ait olduğu sokakları boş verdim.


Beni bu cennet ile tanıştıran koridora yöneldim. Hiçbir şey olmamış gibi, herhangi bir günmüş gibi, sadece sıcak bir günde serinlemek istemişim gibi banyoya girip ılık bir duş aldım. Sanki kendi evimdeymişim gibi, sabah yeni uyanmışım gibi, diğerlerinden bir farkı olmayan bir günmüş gibi mutfakta kendime bir kahve yapıp çalışma odasına geçtim. Rastgele seçtiğim bir plağı pikaba yerleştirip, denizi seyretmeye devam ettim.

--Birinci Bölümün Sonu--

Rastgele Seçtiğim Plaktaki Şarkı