22 Ağustos 2011 Pazartesi

Öylesine Bir Deneme

1882 bu adam için oldukça zor bir yıl olmuştu. Ailesini kaybettikten sonra New York'a geldiğinin ikinci senesiydi ve sağlığının bozulmaya başladığını, bir daha asla eskisi gibi dinç olamayacağını 1882'nin mart ayında fark etmişti. New York birçok insan gibi onun için de teslimiyet demekti ve o teslim olmuştu. Bir daha asla eskisi gibi dinç olamayacağına üzülmüyor değil, üzülemiyordu. 

Görmekte olduğunuz fotoğraftaki işi kasten seçti. Sizlere komik gelebilir ancak yarım yüzyılı dağların engin manzarasında geçiren bir adam Küçük bir şehir sokağında karşı evden başka bir şey görmeden yaşayamayabiliyormuş.

İşi, yani bu manzarayı seyredebilme keyfi onun için çok önemliydi. Günün akşam uykusundan sonra en değerli anı öğle yemeğinde, yüzlerce metre yükselikte oturup yeni alışkanlığı bir de sigara yakıp şehri, insanları seyretmekti. New York çok büyüktü ama ne kadar büyük olursa olsun, sadece bir şehirdi. Burnundan kıl aldırmayan New York zenginleri onun çalıştığı inşaattan ne kadar küçük görünüyorsa, New York da dünya için o kadar küçük olmalıydı. Dünyada daha ne güzellikler olmalıydı. O halde kendisinin varlığı dünya için önemsizdi. Bu düşüncelerle engellerini yıktığını özgürleştiğini düşünüyordu. Bu küçüklüğü ile keyfine yaşamak dışında başka bir şeye çaba harcamayacaktı. Her ne kadar özgür olduğuna inandırsa da kendini, o gün aslında sadede şehirli olmayı başarmıştı.

Ne kadar küçük ve anlamsız olduğunu anladığı gün ya da gerçek bir New Yorker olabilmeyi başardığı gün diyelim, iş çıkışı kendisini en yakın bara attı. İçebildiği kadar içip, söylemesi kendisine huzur veren köy şarkılarını söyledi. Keşke geri dönebilseydi, toprağını çöle çeviren o lanetten sonra dönemezdi. Etrafındakiler "Tanrı seni deniyor, bu hayat sadece bir sınav, metin ol" dedikçe daha da sinirleniyordu. En sevdiği köy şarkısını söylerken işte bu sol tarafta resmini gördüğünüz dış kapının mandalı adam ondan biraz sessiz olmasını rica etti. 

Yavaşça güçten düşüyordu ama henüz bu lavuk ve yanındaki diğer pısırığı halledemeyecek halde değildi. İlk yumruğu lavuğun gözlüğünü kırdı, ikincisi midesine üç günlük acı bırakacaktı. Bir dakikadan kısa bir sürede lavuk bir hafta kendisine gelemeyecek kadar zarar görmüştü. Yanındaki pısırık ilk anda çoktan tabanları yağlamıştı. Belki de polis aramaktaydı. Hızlı bir çözüm ile lavuğun ona küfür ettiğini söyledi, bar ahalisinin zaten umurlarında değildiler. Yakayı kurtarmıştı. Onu bu barda tanıyan hiç kimse yoktu. Bir daha gelmezdi, olur biterdi.

Tamamını boşaltamadığı siniri ile görmekte olduğunuz ana caddeden evine doğru yürürken bir an pişman olacaktı ki, bu caddenin çalıştığı binadan görebildiğini hatırladı. Bu dört katlı bina, metrelerce yol, binlerce kaldırım taşı ve bütün insanlar ne kadar da küçüktüler. Keza o gözlüklü lavuk, o da o kadar küçüktü ki kimse onu patakladı diye ceza almamalıydı. Adaleti, mahkemeleri meşgul ettiğine değmezdi. Sanki o lavuğun canını alsa bu dünya için ne değişirdi? O ibnenin çocuğu bile yoktur. Yapamıyordur bile. Hayatı saçma sapan kitaplar arasında, lafı güzafla geçmiş şehirler hatta ülkeler dolusu adamlardan sadece biri. O lavuğu unutmaya karar verdi, çünkü hatırlanmaya dahi değmezdi. 

Gazete satıcısı şişko Larry bizimkinin hemşerisiydi. Birbirlerini sevmezlerdi ancak, birbirlerine geldikleri o güzel yerleri, memleketlerini hatırlattıkları için, seyrek de olsa görüşürler, siyah bira içerken birbirleri neden sevmediklerini anımsarlardı. Bizimkisi durgun bir adamdı, durgunluğu severdi. Onu besleyen ani sağnaklar olmasa sularının günlerce yerinden oynamayacağı kolayca tahmin edilebilen bir göl gibiydi. Şişko Larry ilkbaharda kar sularla coşan akarsu gibiydi. Hızlı konuşur, bol bol yer, söz kesmekten hiç gocunmaz, hemen her saniye aklına gelen bambaşka bir fikri, kişiyi, olayı saçma sapan detayları ve bütünlükten uzak üslubuyla anlatırdı. 
O sabah kendisine doğru koşan Şişko Larry'yi gördüğünde içi sıkılmaya başlamıştı bile. Halbuki Şişko Larry'nin gazetede göstereceği şey dünyasını değiştirecekti. Dün dövdüğü o lavuk bizimkinin iş için çıktığından dahi yüksek yerlerde tanıdığı olan bir ressam'mış, her nasılsa bir gün sonraki baskıya kendisini döven adamın resmini yetiştirmiş. Bulana ödül dahi varmış.

Şapkasını kafasına iyice geçirip, paltosunun içinde adeta yok olup işine doğru yürümeye devam etti. İşinden olacaktı, gelirinden, odasından, içkilerinden. Hapse kadar yol görünüyordu. Kabul edemezdi. Kaçmaya karar verdi. Çalışırken nasıl ve nereye kaçacağını düşünmeye başlamıştı bile. Geldiği yerde hayat bitmişti. Güney ona başka hayatlar sunabilirdi. Tarlalarda çalışmak istemiyordu. Yine bir şehirde yaşamak, insnaların arasında fark edilmeyecek kadar küçük bir detay gibi var olmak, birkaç kişi ile konuşup geri kalanlarını yok saymak istiyordu. İşte o gün, kafası bunca düşünce ile doluyken, gökdelenin 82 katından düşüp öldü. Huzurluydu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder