Rüyamda Dubrovnik'teydim, Hırvatistan'da. Bu şehri uzunca zamandır gezmek istiyordum. Birbirlerine bu kadar benzeyen ama bir o kadar da benzemeyen binaların arasındaki daracık sokaklarına sinmiş hayatın kokusunu alabilmek için bir başıma geziyordum. Bir rotam, amacım, hedefim yoktu, nereye gittiğimi ben de bilmiyordum, daracık yolların beni götüreceği herhangi bir yere gitmeye hazırdım. Büyülenmişcesine yolları, sokakları, fark ettirmeden binaların içlerini, insanların güzellikleri nasıl da bir süre sonra umursamadıklarını seyrediyordum, yanımdan geçen yaşlı bir adam bana "iyi akşamlar" diyene kadar. Şaşırdım. Hırvatistan'ın bu ilginç yerinde bir adam sadece görünüşümden Türkçe bildiğimi nasıl tahmin edebilmişti? O şaşkınlıkla birkaç adım atmıştım ki, hemen sağımdaki evin birinci katında bir anne yaramazlık yapan çocuklarını Türkçe azarlıyordu. Daha "Ne tesadüf.." diyemeden bir alt sokaktan seyyar satıcının biri Türkçe bağırışları ile müşterilerini arıyordu. Artık fazla olmaya başlamıştı. Herkes mi Türkçe biliyordu burada? Şansımı denemek için karşıdan gelen genç kıza yaklaştım. Yüzümdeki şaşkın bakış onu da ürkütmüş olmalıydı. Ne yapacağını bilemeden çantasına güya fark ettirmeden sıkıca sarıldı. Sanki İstanbul'un sokaklarından birindeymişim gibi "Afedersiniz, saat kaç acaba?" deyiverdim. Çatık kaşlarla "üç buçuk.." dedi, kendinden emin gibi görünmeye çalışan ancak korkmuş, aceleci adımlarla geçti gitti. Sanırım Dubrovnik'de değildim. Burası başka bir yer olmalıydı. Nerede olduğumu bilmiyordum.
Bu sokağı görünce hatırladım. Burası, İstanbul'da yaşayan milyonlarca insanın bir şekilde bilmediği, yaşayanlarının muhit dışına çıktıklarında ağız birliği edip hiç bahsetmedikleri, tarihi dokusunun bu gizliliğine borçlu, tenhalığının her daim keyfi sürülebilen, özür dilerim ama adını ve nerede olduğunu sizlerle paylaşamayacağım benim yaşadığım yerdi. Az önce turist gibi gezdiğim bu sokaklar artık tanıdıktı. Biraz da bana aittiler. Buraya taşınalı çok olmamıştı, evim ikinci katta küçük bir daireydi. Ufacık mutfağım taşındığımda da kırmızıydı, değiştirmedim. Tek bir odam vardı, hem salonum, hem yatak odam, hem de muhitin gizliliğinden çağırmamın yasak olduğu misafir odamdı. Yalnız küçük bir sorun ile karşı karşıyaydım. sokaklarda evimi arıyor ama bulamıyordum. Evim bir sonraki sokakta olmalıydı. ya da bir sonraki veyahut bir sonraki..Dakikalardır arıyordum, her sokak bir öncekine göre daha tanıdık görünüyordu ama hiçbiri benim evim değildi. Burada yaşıyor; bu gizliliği, bu güzelliği, bu insanlardan uzak cenneti paylaşıyordum ama evimin nerede olduğunu bir türlü çıkaramıyordum. Ben evimi bulamadıkça her şey biraz daha garipleşir oldu.
Önce insanlar gözden kayboldular, yol giderek daraldı, o güzelim binalar yerlerini sade duvarlara bıraktı. O duvarlar tek tipleşti, betonlaştı, çirkinleşti, üzerlerini okuyamadığım garip yazılar kapladı. O zaman anımsadım, ben, o varlığı geriye kalan İstanbul'dan gizlenen güzeller güzelli muhitte yaşamıyordum. Buraya daha önce sadece bir kere gelmiştim, bir dostumun misafiri olarak. Geriye dönüp tekrar o sokaklarda yürümek istedim. Rahatsızlık vermeyecek bir ziyaretçi gibi bir kere daha geldiğim yöne yürüyüp bu gizli mahalleyi kendisiyle baş başa bırakacaktım. Bir türlü mahalleye giden yolu bulamıyordum. Halbuki yol bulmakta iyiyimdir, bir kere gittiğim yeri bir daha unutmam. geldiğim sokaklardan geriye gittikçe ya da geriye gittiğimi düşündükçe duvarlar daha da çirkinleşti, daha da garip insanlara şahit oldum. Bana küçümser bakışlarla, korkunç kahkahalarla yaklaştılar. Gökyüzü giderek karardı. O saklı güzellik nasıl olur da böyle bir lanet ile çevrelenmiş olabilirdi? Çaresizce yürürken gördüğüm çizgili takımlı, kocaman şapkalı, incecik, sivri suratlı bir adam bana seslendi. Tıpkı saati sorduğum o kız gibi koktum ve korkan her insan gibi, elden geldiği kadar korkmamış gibi yaparak ondan kaçmaya çalıştım. Beni takip ediyordu, arkamdan inatla bağırıyordu. "Hey, Hey sen! Bir şey soracağım, beni bekle". İzimi kaybettirmek umuduyla her gördüğüm sokağa dalıyor, bir sağa, bir sola dönüyordum. O hala peşimdeydi.
Sokaklar git gide daha da korkunçlaştı. Duvarlardaki yazılar çoğaldı, çoğaldı ve birbirlerine geçtiler. Görebildiğiniz sadece korkutucu renklerin hareketsiz danslarıydı. Adımlarım sesinin daha da yakından geldikçe hızlanır oldu. koşmaya başladığımı fark etmedim bile. Bazen iki bina arasına arasına inşa edilmiş bir kemer her şeyi daha da karartıyordu. Bazen binaların da altına giren sokaklardaki kasvet adamı kalpten götürebilirdi. En önemlisi o adam hala arkamdaydı. Koşabildiğim kadar hızlı koşuyordum. Küfürler etmeye başladı. Peşimdeki adam, artık tek bir insana bile şahit olamadığım bu sokaklarda beni ortadan ikiye ayırsa kimsenin ruhu duymazdı. Dizlerimdeki dermanın giderek tükendiğini hissettiğim anda başka bir çözüm aradım. Açık bulduğum ilk kapıdan içeriye girip kapıyı hızlıca kapattım.
Nefes nefese, kıçımın üstüne, olduğum yere çöktüğümde yaslandığım bu kapı oldukça eski olmalıydı ama sapasağlam olduğuna hiç şüphem yoktu. Beni kovalayan malum adam kapıyı olabildiğince sert yumruklarken bana kapıyı açtırabilmek için küfürler, tehditler, hakaretler savuruyordu. O kapıdan dışarı çıkmaktansa önümdeki bu karanlık koridordan başka bir çıkış aramaya hazırdım. Duvarları küften çürümüş, boyası kabarmış, zemini sırılsıklam koridor zanedeceğinizin aksine hiç de kötü kokmuyordu. İleriden serin bir esinti, çok daha uzaktan huzurlu veren bir ses gelmekteydi. Giderek daha da cesaretlenen adımlarla koridorun sonuna doğru yürüyordum. İçinde kaybolduğum bu hayret verici labirentin nihayet bildiğim bir çıkışına ulaşabilme umudu karanlığı rahatlıkla bastırıyordu. Duyduğum bu sesin, bu serinliğin denize ait olabileceğine ihtimal dahi veremiyordum, bunca saçmalığın ardından bu mu olamayacaktı? Koridorun sonundaki pencerenin manzarası gördüğüm en huzur verici şeylerden biriydi.
Önce insanlar gözden kayboldular, yol giderek daraldı, o güzelim binalar yerlerini sade duvarlara bıraktı. O duvarlar tek tipleşti, betonlaştı, çirkinleşti, üzerlerini okuyamadığım garip yazılar kapladı. O zaman anımsadım, ben, o varlığı geriye kalan İstanbul'dan gizlenen güzeller güzelli muhitte yaşamıyordum. Buraya daha önce sadece bir kere gelmiştim, bir dostumun misafiri olarak. Geriye dönüp tekrar o sokaklarda yürümek istedim. Rahatsızlık vermeyecek bir ziyaretçi gibi bir kere daha geldiğim yöne yürüyüp bu gizli mahalleyi kendisiyle baş başa bırakacaktım. Bir türlü mahalleye giden yolu bulamıyordum. Halbuki yol bulmakta iyiyimdir, bir kere gittiğim yeri bir daha unutmam. geldiğim sokaklardan geriye gittikçe ya da geriye gittiğimi düşündükçe duvarlar daha da çirkinleşti, daha da garip insanlara şahit oldum. Bana küçümser bakışlarla, korkunç kahkahalarla yaklaştılar. Gökyüzü giderek karardı. O saklı güzellik nasıl olur da böyle bir lanet ile çevrelenmiş olabilirdi? Çaresizce yürürken gördüğüm çizgili takımlı, kocaman şapkalı, incecik, sivri suratlı bir adam bana seslendi. Tıpkı saati sorduğum o kız gibi koktum ve korkan her insan gibi, elden geldiği kadar korkmamış gibi yaparak ondan kaçmaya çalıştım. Beni takip ediyordu, arkamdan inatla bağırıyordu. "Hey, Hey sen! Bir şey soracağım, beni bekle". İzimi kaybettirmek umuduyla her gördüğüm sokağa dalıyor, bir sağa, bir sola dönüyordum. O hala peşimdeydi.
Sokaklar git gide daha da korkunçlaştı. Duvarlardaki yazılar çoğaldı, çoğaldı ve birbirlerine geçtiler. Görebildiğiniz sadece korkutucu renklerin hareketsiz danslarıydı. Adımlarım sesinin daha da yakından geldikçe hızlanır oldu. koşmaya başladığımı fark etmedim bile. Bazen iki bina arasına arasına inşa edilmiş bir kemer her şeyi daha da karartıyordu. Bazen binaların da altına giren sokaklardaki kasvet adamı kalpten götürebilirdi. En önemlisi o adam hala arkamdaydı. Koşabildiğim kadar hızlı koşuyordum. Küfürler etmeye başladı. Peşimdeki adam, artık tek bir insana bile şahit olamadığım bu sokaklarda beni ortadan ikiye ayırsa kimsenin ruhu duymazdı. Dizlerimdeki dermanın giderek tükendiğini hissettiğim anda başka bir çözüm aradım. Açık bulduğum ilk kapıdan içeriye girip kapıyı hızlıca kapattım.
Nefes nefese, kıçımın üstüne, olduğum yere çöktüğümde yaslandığım bu kapı oldukça eski olmalıydı ama sapasağlam olduğuna hiç şüphem yoktu. Beni kovalayan malum adam kapıyı olabildiğince sert yumruklarken bana kapıyı açtırabilmek için küfürler, tehditler, hakaretler savuruyordu. O kapıdan dışarı çıkmaktansa önümdeki bu karanlık koridordan başka bir çıkış aramaya hazırdım. Duvarları küften çürümüş, boyası kabarmış, zemini sırılsıklam koridor zanedeceğinizin aksine hiç de kötü kokmuyordu. İleriden serin bir esinti, çok daha uzaktan huzurlu veren bir ses gelmekteydi. Giderek daha da cesaretlenen adımlarla koridorun sonuna doğru yürüyordum. İçinde kaybolduğum bu hayret verici labirentin nihayet bildiğim bir çıkışına ulaşabilme umudu karanlığı rahatlıkla bastırıyordu. Duyduğum bu sesin, bu serinliğin denize ait olabileceğine ihtimal dahi veremiyordum, bunca saçmalığın ardından bu mu olamayacaktı? Koridorun sonundaki pencerenin manzarası gördüğüm en huzur verici şeylerden biriydi.
Nasılını bilemiyorum, işte tam da bu evdeydim. Koridorun sonundaki pencere görmekte olduğunuz evin denize bakan kısmına aitti, kapı ise evin sol iç kısmında kalmıştı. Yine nerede olduğumu bilemiyordum ancak bu kez şikayetçi değildim. Tüm bu hengameye rağmen birkaç dakika öylece durup denizi seyrettim, sesini dinledim, kokusunu içime çektim, yüzüme vuran rüzgarına tebessüm ile teşekkür ettim. Önümdeki merdivenlerden üst katlara çıktım. Evin sağ tarafındaki cumba çalışma odasıydı, sol tarafında yatak odası vardı.en üst kat mutfak ve yemek odası olarak dizayn edilmiş, yemek masası tam da hayalimdeki gibi denizi seyretmenize izin verecek şekilde konumlanmıştı. Işıklar yanıyordu, sular akıyordu. Burada yaşayan biri olmalıydı. Dayanamayıp en alt kata indim, koridor bıraktığım yerdeydi. Kapı hala beni kovalayan adam tarafından yumruklanmakta, tekmelenmekteydi. Nedense bu adamın, bu kapıyı açamayacağına ve tabii ki bana da açtıramayacağına emindim. Ona acıdım, onu ve ait olduğu sokakları boş verdim.
Beni bu cennet ile tanıştıran koridora yöneldim. Hiçbir şey olmamış gibi, herhangi bir günmüş gibi, sadece sıcak bir günde serinlemek istemişim gibi banyoya girip ılık bir duş aldım. Sanki kendi evimdeymişim gibi, sabah yeni uyanmışım gibi, diğerlerinden bir farkı olmayan bir günmüş gibi mutfakta kendime bir kahve yapıp çalışma odasına geçtim. Rastgele seçtiğim bir plağı pikaba yerleştirip, denizi seyretmeye devam ettim.
--Birinci Bölümün Sonu--
Rastgele Seçtiğim Plaktaki Şarkı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder