Ressamların dillerini bilen biri değilim. Onları anlayabildiğimi söyleyemem. İçlerinden bana hitap eden sadece birkaç isim var, esasında şöyle demeliyim; içlerinden dillerini az çok anlayabildiğim birkaç isim var, bunların başında gelen isim ise Claude Monet.
Monet'yi neden sevdiğimi kelimelerle anlatamam. Bırakın ruhumda var ettiği onca güzelliğin nedenini, o güzelliklerin kendilerini bile içimden geldiği gibi aktaramam. Şu ünlü resmine baktıkça gelinciklerin bende yarattığı canlılığı, anlamsız umudu, temelsiz gücü, otlar arasında yürümeye çabalayan çocuk saflığını layığıyla anlatamam. Bu ona olan sempatimi benim için daha değerli kılıyor. Sevginin sebebinin aktarılamazlığı benim için o sevdaya daha gerçekçi, gizemli bir hal veriyor. Bu hal beni sevilen nesneye daha da çok yaklaştırıyor.
Doğa resimleri ile bilinen Monet'nin şehirlere ve şehirli insanlara ait resimleri de az değil. Doğayı doğa kadar ilginç, gizemli bir güzellikle resmeden bu adamın şehir resimlerinin önemli olduğunu düşünüyorum. Şehire ve şehirdeki yaşama nispeten uzak bu adamın şehir, şehir yaşamı ve şehir insanları ile ilgili söyleyecekleri tabii ki değişik ve özgün olmalı.
Aydınlık bir şehir manzarası. İçerisinde Monet'nin doğasından izler barındırıyor. Binalar sadece birkaç ağaç ile değil bir akarsu ile şehir yaşamının kuruluğundan kurtuluyor. Bu resimde bir öykü var, öykü insanlara ait değil. İnsanlar bu öykünün içerisinde bir dekor, sadece birer ayrıntı. Hepsi kendisi için dünyanın merkezi olsa da, bu alelade şehirin öyküsünde ufacık yer tutan ve şehirin yaşamasını sağlayan kan hücreleri gibiler. Tamam vazgeçilmezler, şehrin damarlarında dolaştıkça şehir hayat bulur ancak asıl önemli işlevleri şehre can veren temel organlarının yaşama sıkıca bağlanması için çalışmaları, var olmalarıdır. Bu resmin bu kadar net olması, berrak atmosfere sahip olması, insanlarının birazdan göreceklerimize göre daha seçilebilir olmaları ilginç bir detay ile alakalı olabilir. Monet'nin zamanında dört nala ilerleyen endüstiri devriminin oğullarından herhangi bir makinenin, detayın, teknoloji ürününün resimde yer bulmaması. Belki Monet, bu sayede insanların kendi öykülerine sahip ve onların mutlak yazarları olabileceklerini düşünmüştür.
Yine şehir, deniz kıyısında "biraz" insan, denizde çeşit çeşit gemiler, denizin hemen önünde hazır olda durmakta olan binaların selamlamalarıyla raks etmekteler. Bir önceki resimden ilk gözüme çarpan fark havanın kapalılığı. Benim için, bunun sebebi resmin büyük halinde daha kolayca seçebileceğiniz kimi gemilerin etrafa yaydığı dumanlar. Şehirler büyüdükçe, insanlar küçülüyor. Şehirler büyüdükçe insanlar daha çok duman çıkarmak, daha fazla kirlilik yaratmak zorunda kalıyor. Kimi hayatlara renk sağlarken, sağladıkları renklerin hammaddelerini kimi yerlerdeki renkleri boğarak elde ediyor olmalılar. Denizin kenarında gemileri seyretmeye gelmiş insanlardan biri olduğumu düşündüğümde, gemi sahiplerine heves edeceğimden eminim. Bu basit insani tavır bile beni, hayallerimi, belki tüm öykümü onların gerçekliklerine göre yazacağımı anlatıyor. Belki artık kendi öykümü yazdığımı sandığım kalemimi tutan elim dahi başkalarının kontrolündedir. Ben olmam imkansızlaşıyor. Yüksek ihtimal günün modası gereği benzer renklere bürünmüş, resimdeki uzaklıktan bakıldığında birbirinden farkını fark etmesi imkansız, ota benzeyen canlılardan biri olduğumu fark ediyorum. Bu resimdeki "ben" için üzülüyorum.
Bu kez salt kalabalık var, duman yok. Duman görünürde yok ancak bulvarın ruhuna sinmiş gibi. Etkisi resmin her detayından anlaşılmakta. Baksanıza, ağaçlar dahi Monet ağaçları olmaktan çıkmış durumda, artık onlar şehirlere ait, şehir ağaçları, varklıklarının temel amacı ağaç olmaları değil, bulvarın kuruluğunu gidermek için birer süsler. Canlı ama cansız gibiler. Bakımsız, çelimsizler. Belirli bir süre insanla birlikte yaşamış vahşi bir hayvan yavrusu misali, köklerinden kaldırıp balta girmemiş ormanlara götürüp diksek yine ağaç olamazlar, ölürler. Onlar da artık şehre ait. Tıpkı birbirine benzeyen onlarca kişilik kalabalık gibi. Ağaçlar ne kadar Monet ağaçları olmaktan uzaklarsa, kalabalıklar da insan olmaktan o kadar uzaktalar. Gündelik heyecanlarının, kısa süreli ihtiraslarının kontrolünde cezaevindeki mahkum gibi çile dolduruyorlar. Varlıklarına ellerinden geldiğince, büyüklerinden öğrendiklerince mana katmaya çalışıyorlar. Bulvarlarda varlıklarını, varlıklarıyla edindikleri görüntüleriyle farklarını ispat etmek için büyük bir özenle yürürken yine belirli bir mesafeden bakıldığında şehir denilen organizma için açıkça önemsizler. Yaşamlarının tek maksatlarının şehir yaşamını yaşatmak olduğunu bilmiyorlar. Belki de biliyorlar ama itiraf edemezler, benim gibi.
Havanın kapanmasını, insanların güzel havalardan mahrum kalmasını sağlayan mekanlar var, duman fabrikaları. Monet neden bir fabrikayı resmetmeyi seçmemiş bilemiyorum, belki sadece o mekana girmek istemediğinden. Ancak birden çok kere resmettiği tren garları da bahsettiğim duman'ı üreten fabrikalarddan. Görüldüğü üzere duman ilerleyişini sürdürüyor. Sadece gökyüzünün maviliğini yok etmiyor aynı zamanda apartmanları, köprüleri, insanları bulanıklaştırıyor. Hayat giderek daha belirsiz, görüş mesafesi insanlar için azalan, saniyeler sonra size çarpabilecek bir trenden, insandan habersiz yaşamanıza yol açacak, ufkunuzu daraltan bir hal alıyor.
Oysa bu sokaklar, bu apartmanlar, köprüler, tren garları, hepsi insanlar için vardı. Bizler daha uzakları görebilelim diye var ettiğimiz, gerçeğe döktüğümüz hayallerimiz bizlerin ufkunu tıkadı, daha dar bir hayata hapsetti. İnsanların yönettiği şehirlere dumanlar hakim olmaya başladı. İnsanlar giderek belirsizleşti. Artık insanlar uzaklarda birbirlerine geçmiş kalabalıklar gibiler. Yüzleri yok, kimlikleri belirsiz. Sadece varlar, ötesi yok. Bu resmin karanlık havası diyor ki, sadece duman çıksın diye varlar. Daha fazla duman üretilmeli, gökyüzünün yok olması pahasına kapkara makineler daha çok çalışmalı, daha büyük ateşler yakmalıyız, daha yükseklere, uzaklara gidebilmeliyiz. Daha fazlasını yapmalıyız. Yaşamın bu yüzünde, bu resimdeki insanlara düşen rol bu, fazlası değil. Kendi hayatlarını karartarak var olmak. İsimsiz, kimliksiz var olduğuna şükrederek yaşamak.
Kuşkusuz duman herkes için aynı manaya gelmiyor. Kimilerinin yaşamlarına Duman işleyemiyor. Onlar uzaklarda, resmedilmeye layık bahçelerinde, önü kesilemez güneşlerinden korunmak için şapkalarıyla, şemsiyeleriyle varlar. Onlara dikkatli bakarsak, insan gibi resmedilmeyi hak etmişler. silüetleri var, eller, kolları, ceketler, bastonları, pantolon kıvrımlarının yarattığı gölgeli bölgeleri var. Sakallarına kadar var olmalarına rağmen yüzlerinin olmaması detayı öylesine olmamalı, ressamın beceriksizliğine, dikkatsizliğine yorulmamalı. ufuk çizgisi kadar uzaktaki gemilerin yaydığı dumanları görebiliyorsak bu insanların da yüzlerini, onları tanımamıza izin veren gözlerini, yanaklarını görebilmeliydik, ancak göremiyoruz. Onlar kendi hikayelerine hakim gibi görünseler de esasında kendi hikayeleri değil yaşadıkları. Dumandan bu kadar uzakta olmanın bedeli onları bir insan gibi resmedilmeye değer kılsa da onlara birer yüz bahşedecek kadar detaylı çizilmelerine engel. Onlar bir insan gibi varlar ama kendileri gibi değiller. Dumandan uzakta, açık gökyüzü altında var olan öylesine bir insan kadar varlar. Çünkü artık dumanın olmadığı yerlere bile dumanın ruhu hükmetmekte.
Şehre geri dönüyoruz, solmuş gökyüzüne. Şehirde resmedilmeye değer detaylar bir köprü, birkaç gemi, sanırım mavna dediklerinden. uzaklardaki bir ev bile kömür taşıyan adamlardan daha fazla detaylandırılmış. Bunu güneşin o anki duruşuna yormamak gerekiyor, bir tercih olduğunu düşünmek istiyorum. Şehir için köprünün bir kimliği var, adı var, şehrin hafızasında hatırlanmaya değer bir yeri var. Gemiler için daha az da olsa bir yer var. Uzaktaki ev dahi hatırlanmayı kömür taşıyan işçilerden daha fazla hak etmekte. O işçilerin nerede doğdukları, kim oldukları, hangi eğitimden geçtikleri, çektikleri acılar, mutlulukları giydikleri, giymek istedikleri, yüzleri, elleri, çocukları, evleri... bunların hiçbir önemi yok. Onlar kömür taşımalılar, taşımalılar ki daha fazla duman çıksın, altında yaşadıkları gökyüzleri kararsın, orada kaybolan renkler yüzleri olmayan başka insanlar için var olsun.
Herhalde hikayenin mutlu son ile bitmesini hiçbirimiz beklemiyorduk.Bu kirli deniz, sönük güneş, bok rengi gökyüzü sayesinde kazanan taraf açıkça görünmekte. Resmin ortasındaki küçük teknedeki insan ile tekneyi ayırmak mümkün değil. Ressamın gördüğü bu manzara bakan insan için o tekne ile adamın bir farkı olmadığı için, ikisi de tamamen aynı renk ile hiçbir ton farkı dahi olmaksızın çizilmişler. Öndeki tekne biraz daha şanslı, biraz daha geride olanı artık tekne tekne değil, içindekiler insan bile değil. Onlar tekneleriyle birlikte basit bir karartı. Resmin üst tarafında dumanı hala var ettirmeye devam eden duman fabrikaları artık çizilmeye değmezler bile. Ressam biraz uğraşmış olmalı, sonra sıkılmış ve öylesine fırça darbeleriyle gerisini bizlere bırakmış. Solgun güneşin pis denizin üzerine bıraktığı turunculuklar o kadar değersizler, güzellikten o kadar uzaktalar ki. onları da basit, kaba birkaç fırça darbesiyle geçiştirmek yeterli. Bu hayat artık resmedilmeye değmiyor.
Artık kazanan belli, hayat ne kadar itina ile, ne kadar detaylı resmedilmek istense de artık başka bir şeyle kaplı, karanlık. Bu resim de olana bitene bir ağıt, neye dönüştüğümüzün adi bir kanıtı.
Bonus Track
Bir kutlama, gurur duyulan bir cadde, özenle süslenmiş, her binasından aynı renklerin fışkırdığı festival alanına dönüşmüş. Resimdeki bulanıklığı yine bir tercih olarak görmek istiyorum. O günkü kutlama esnasında binalar yok, pencereler yok. bayraklara ait renkler her yanda olsa da bayraklar yok. onların rüzgar ile dansı istense idi, çok daha büyük ihtişamla resmedilebilirdi. En önemlisi ortada bir tane bile insan yok. silüetler var, boş bir kalabalık, bir yığın var. Dikkat kesilin, yüzler yok. Hiç değilse eller, kollar, olabilirdi ama yok. o gün orada insana dair bir kutlama yok. Şehrin bu gurur duyulan caddesi esasında var olmadığı zannedilen devletin gövde gösterisine dönüşüyor ve Devletin gövde gösterisinde bir tane bile insana yer yok; sokağa, caddeye, ve hatta bayraklara dahi yer yok. Bu resimde sadece devlet var, boş bir coşku, manasından kopmuş kalabalık var. Öğretmenler, işçiler, memurlar, siyasetçiler, esnaf, zenginler ve yoksullar yok. Sadece devlet var. O devletin "sahip olduğu" şehre ait, tek tek değersiz ancak bir kalabalık olarak resmedilmeye değer bir yığın var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder