14 Eylül 2011 Çarşamba

Hukuk'a inanmıyorum ama saygı duyuyorum

Yazının başlığı Ekşi Sözlük'te kimin yazdığını hatırlamadığım bir entry'den (ç)alıntı. Hangi yazar olduğunu hatırlayabilseydim, muhakkak paylaşırdım.

Konuya sebep dün ilk defa işimin düşmesi ile, yanış hatırlamıyor isem, hayatımda içerisine girdiğim ilk adliye, Çağlayan'daki İstanbul Adliye Sarayı. Gerektiğinden bir yarım saat erken gidince turist hevesiyle binada dolanmaya, cep telefonumla fotoğraflar çekmeye başladım. En sevdiğim fotoğraf hemen yukarıdaki, yeni keşfettiğim panaromik mod ile çekilmiş, Saray'ın şaftının kaydığı. Bina, güven ve huzur veren adalet hissinden çok Türkiye Cumhuriyeti'nin her zamanki yaklaşımı ile birey karşısında ne kadar büyük ve güçlü olduğunu hissettirme amacını hatırlatıp ezilme hissi ile donattı beni.

Girişten içeriye sızan ışık hayatın da, umudun da burada değil dışarıda olduğunu anlatır gibi parlıyor. İnsanların hayran gezindikleri, girişte George Bush kişisinin yüzyılın icadı ilan ettiği, aylak bakkal icadı "ginger" namlı araçlarla geçen polisler de görebiliyorsunuz. Dakikalarca seyrettim ancak, girişte sizleri karşılayan iki adalet hatunu heykelinin taşıdığı terazilerin kefeleri milimetrik derecede dengede. Bu tip ufak ve önemli detayların sıkça atlanabildiği yerde, küçük de olsa bir artı.


Derdimi anlatabilecek kadar dahi bilmediğim hukuk dilinde yazılmış tabelalar sizleri Sulh'lere, İnfazlara, İcra'lara, türlü değişik yere götürebiliyor. İnsanlar ilişkilerini düzenlemek için tonlarca A4 kağıt harcıyor. Dosyalar geliyor, gidiyor. Bina ilk anda ezici büyüklüğü ile ilginç gelse de içerisinde olan biten fazlaca sıkıcı, zamanla, insanların hiç gelmek istemeyecekleri bir yer. Türkiye Cumhuriyeti'nin anlata anlata bitiremediği büyük devlet olma iddiası, ululuğu, kudreti, hatta kibri ve hepimizin üzerindeki gücü buradaki havada bile hissediliyor. Benim algımla, binanın ürkütücü büyüklüğü devletin adalete verdiği önemle alakalı olduğu kadar senin karşındaki durumunu da anlatıyor. İstanbul gibi birkaç ülke büyüklüğünde ve kalabalıklığında bir şehirde her ilçeye ayrı adalet sarayı bulundurmaktansa, her ilçeden insanları Çağlayan ve Kartal gibi iki merkeze toplama hevesini mantıklı bulmak imkansız. Ancak bu zihin "Dünyanın En Büyük Adalet Sarayı"nı inşa etmekle övünebilir. 
Kavram olarak adalet, kavram olarak devletin sunabileceği bir şey değil. Devlet, belli bir zümrenin işine gelen sınırlar dahilinde anarşi yaratmaktan başka bir işe yarayabilen bir kurum değil. Hele bir de dengeleri yerine oturmamış, farklı ve olgunlaşmış kutuplara sahip olmayan, üçüncü dünya ülkesi sıfatına haiz olanlarında adalet en fazla silah olabiliyor. Bu silah ile insanlar hizaya sokuluyor. Adaleti simgeleyen kadının gözleri yine kapalı oluyor ancak devleti yönetenlerin düşman olarak kodladığı herkese kılıcını sallarken, önüne çıkanın çocuk, yaşlı, erkek ya da kadın olmasının fark etmemesi için. 

İlk birkaç dakika ilginç görünebilen bina çok uzun sürmeden diğer bir devlet dairesi olduğunu hatırlatıyor. Yoğun bir temponun, yıldırıcı bürokratik işlemlerin ve kurtulmak istedikleri bir binanın içerisinde debelenen insanları binanın her yerinde görebiliyorsunuz. İlginçlik kısa süre sonra buhar olup uçuyor. Ne binanın büyüklüğü, ne kendisine yüklediği misyon, ne görselliği, ne yüzlerce metrelik boş granit kaplama duvarları oradan kaçma isteğimi zerre azaltamadı.

Bu kocaman binanın boş duvarlarında meşhur olmayan ressamlar resim sergileri açmak istese adaletimiz ne derdi acaba? Ya da o kocaman girişinde yine meşhur olmayan sokak müzisyenleri bir şeyler çalmak istese yetkililer ne der? İzin vereceklerini sanmam. Hakkında çok bile konuştum. Artık akşam yemeği zamanı..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder