30 Eylül 2011 Cuma

Yemeğinize müzik katın; Reggae Sos


Satın alacak bir şey bulamıyor musunuz? 
Paranız bi'tarafınıza mı batıyor?


Çözüm işte burada;

Reggea Sauce 

Sadece 7,79TL

27 Eylül 2011 Salı

Acı Gerçekler; Ahmet Kaya Remix'leri





1) Seher Dilovan Yorumuyla, 
"Şu Dağlarda Kar Olsaydım" Remix  DJ Bayram Version
Türkü kıvamına gelmiş özgün  müziğin içerisine kibrit kutusu büyüklüğünde arabesk ekleyip bir çay kaşığı rap yada  R&B sosu ekliyoruz kısık ateşte on beş dakika... Artık istediğiniz kişiyi Kültür Şoku ile bayıltabilirsiniz. Hey maşalllah, Motherfucker'lı, Shit'li Ahmet Kaya dinlemek de nasip oldu ya.. Esasında itiraf edeyim tanımlayamadığım bir sempati besliyorum, sanırım sempatim şarkıya değil de onu bu hale getirip, yaptığından keyif alana. Milyonlarca insan için rezalet de olsa, bu adam bir şey yapmış.

2) Ahmet Kaya Yorumuyla, 
 "Arka Mahalle" DJ Serkan Vienna Remix
Sanırım buna Rap diyebiliyoruz. Sadece arkaya bir ritm döşenmiş, dinlediğim çoğu remix'de ses kalitesi felaketti, DJ Serkan Vienna özenli çalışmış, hakkını verelim. Ortaya Doktor Moreau'nun adasındaki canlılar kıvamında şeyler de çıkarsa birkaç bambaşka şeyin karışımından ortaya çıkmış, neredeyse, hiçbir şey olmayan şeyler benim için her daim ilgi çekiciler. Hayatın hayran kalınası çeşitliliğinin ardında da bu gibi sonucuna bakmaksızın şey'leri karıştırmak var. Her sonuç başarılı olmuyor ama her sonuç merak uyandırıcı, en azından benim için.


3) Sanırım bu yaptıklarına Ahmet Kaya Yorumunu Sample olarak kullanmak diyorlar, üzerine kendi sözleriyle, "Şafak Türküsü", Kim yapmış bulamadım.
Şarkı meçhul rapçi'nin annesinden öküzce ricası ile başlıyor. Ne kadar annesinden özür diliyorsa da rapçi kabalığı ağır basıyor ve bir, "dinle!" çekiveriyor. üzerine yazdıkları sözlerin benim için önemi yok. Remix çok başarısız değil, kendi alanında değer vereni bile çıkabilir. En azından şarkının dibine ritn atmaktan fazlasını yapmışlar. Adamlar öyle gaz ki, son kısmına İngilizce bir parça bile eklemişler. Böylesine "Kurallı Rap'çi" diyelim bundan kelli..


4) Ahmet Kaya Yorumuyla, "Ağladıkça" DJ Meriç, Electro House Remix 
Tamam hepsi zorlamış ama tüyü dikmek DJ Meriç'e nasip olmuş. Remix'lenmeye en müsait olmayan şarkıyı seçmiş. Yüklediği vidyosunun altına da  not düşmüş; "Bu Sarkiyi cok seviyorum hic bir Politik amacim yok..lütfen Politika yapmayalim.." Güya bulduklarımı insanlarla paylaşıyorum ama buna dayanamayacağım. 


5) Bu eser bu yazı için hazırladığım formatı bile darmaduman etti. Farkı Şarkılardan Parçalarla Ahmet Kaya, fonda Manowar ile harmanlanmış. www.bizekalan.net ve rock_devrim yazmakta. Ne diyeceğimi bilemedim. Daha fazla devam edemeyeceğim, final için ayırdığım son bir tane var.


6) Ahmet Kaya Yorumuyla, "Yüreğim Kanıyor", DJ Gökhan Cieks
Bildiğin göbek havası olmuş. Bir insanın hüzün dışında bu şarkıdan nasıl bir beklentisi olabilr, aklım almıyor.  Bu şarkı bütün bu remix'lerin özeti gibi, hani sanki Ahmet Kaya yaşıyormuş, remix'leri dinlemiş ve yorumunu yapıyor; 
"Göğsüm daralıyor, yüreğim kanıyor, olmasaydı sonumuz böyle..."

19 Eylül 2011 Pazartesi

Vita es Morte, Morte es Vita


http://ghost-town-photography.com/Ghost-Town,-Grafton,-Utah.jpg
Terk edilmiş yapılara ne olur? İnsanlar başlarını alıp gittiklerinde yalnız başına kalan binalar neler yaşarlar? İçlerinde insanların yaşadığı zamanlardan daha mı çabuk eskirler, bunun nedenine insanların bu binalara gözleri gibi bakmaları demek oldukça kısır bir bakış açısına işarettir. Fark eden şey şudur, terk edilmiş binalar artık yaşamın bir parçası olmadıkları için eskirler. Yaşama katkısı olmayan her şey, başka yollarla, kendince katkıda bulunabilmek için değişir, eskir, çürür, yok olur. Bu eskimeden, çürümeden, yok olmadan yeni yeni yaşamlar çıkar.


Yaşam kendini böylelikle yeniden yaratmış olur. İşte bu saygı duyulacak bir özelliktir. 
Kimilerinin terk ettikleri binalar başka insanlar için sığınak olabilir. Böylelikle maliyeti olmayan bir ev edinilmiş olur. Şartları kötü de olsa, kimileri için çoktan ölmüş bir cesedin içerisinde var olmak avantajlıdır. Bu sığınmacılar tıpkı cesetlerle beslenen canlılar gibidirler. Yaşamın ölüm için formülü, kendisinin askerlerinden olan canlıların bir kısmını ölümü yaşama çevirmekle görevlendirmektir. Bir canlı'nın, yaşamın safındaki savaşına son vermesi görevinin sonu demek değildir. Eski silah arkadaşları onu yiyerek, eski canlının yaşam için son görevini yapmasını sağlarlar ya, işte kimi insanlar da terk edilmiş binaları, daha az yaşama ait kılarak, esasında yaşam için çalışırlar. Kimileri yaşama kazandırmak isterler, kısmen ya da tamamen başarırlar. Kalp masajı, bir insanı ölümünden 45 dakika sonra hayata döndürebiliyorsa, iyi bir kalp masajı bir binayı 45 yıl sonra bile tekrar yaşamın safına çekebilmeli.


İnsanlar terk edilmiş binaları, uzun vadede, tekrar yaşama kazandırmak için iyi birer işçilerdir ancak bu iş için varlıkları elzem değildir. Yaşam, onlar olmadan bu işi milyonlarca, hatta yüz milyonlarca yıldır başarmaktadır. İçerisinde artık yaşam kalmayan bir eski canlıyı tekrar yaşama ait kılmak, yani bizim deyişimizle çürütmek için lazım gelen şey tabii ki yaşamın özünü oluşturan şeylerdir. Biraz hava, bolca su, olabildiğince toprak. Ölüyü tekrar yaşama döndürecek şey, yaşamın temel bileşenleri ile tepkimeye girmesidir.
Yaşamın acelesi yoktur. En iyi iş, itina ile yapılanıdır. İtina ve sabır size daha önce fark etmediğiniz şeyleri gösterebilir. Tıpkı uzun yol seyahatinde yavaş yolculuk eden kişinin yol boyunca göreceği, öğreneceği, tanışacağı çok daha fazla şeyin olması gibi. İnsanların her daim aceleleri vardır. Bu yüzden ölü binaları dahi buldozerlerle yıkarız.Yaşam sabreder, farklı yollar üretir. Sürecin her saniyesinden keyif almaya bakar, farklı yollar dener. Elinden geldiğince, her şeyini çeşitlendirme gayretindedir. Farklı renk küf, farklı beslenen kurtçuk ya da farkı dışkılayan bir kuş sayesinde yaşama ait olmaktan uzaklaşan şeyler giderek yaşama daha fazla yaklaşır. Yaşam için acele etmemek önemli bir silahtır, biz insanlar aynı silahı kullanamayız. Bizler fanileriz, sabrımız bir süre sonra cepten yemek anlamına gelecektir. Acelemizin kaynağı kısıtlı zamanımızda, kimi zaman bize daha azını da getirse "daha fazlasını isteme refleksimizdir. Kaderimiz bu, n'apalım...

Yaşam cesedi yok edip, onu tekrar kendisi için bir besine çevirmek için her silahını sırasıyla kullanır. Canlı askerleri,  kendisini oluşturan temek bileşenleri ve tabii ki hava sıcaklıkları. Hepsi birer yöntemdir, farklı ölçeklerde birlikte kullanılırlar. Ölüyü önce yağmurlarıyla ıslatır, sonrasında aylarca ısıtır, tekrar yağmurlarıyla dövüp iyice savunmasız bıraktıktan sonra en sert silahı, kar'ıyla saldırır. Tüm bunlar olurken arada rüzgarıyla sövmeyi unutmaz. Ölünün parçaları bu işkenceye isterlerse yüzyıllarca dayansın, kazanan sonsuz sabrıyka yaşam olacaktır.



Uzun ya da kısa, yavaş ya da hızlı, öyle ya da böyle oyun bozulmaz. Kazanan bir kere daha yaşam. Kendisini de yok eder mi bilemem ama beni yok edecek kadar uzun süre var olacağından şüphem yok. Tıpkı bu eve acımadığı gibi bana da acımayacak. Acımak yanlış bir sözcük oldu. Acımak insana özgü, yaşam acımaz, acıyamaz sadece yapması gerekeni yapar. Eskinin yerine yeniyi koyduğu için biz insanlar bugün, hala buradayız. İlerde bizim yerimizi alması için aklında bir alternatifimiz muhakkak vardır. O alternatf yeni, dinç ve yaşamı  bizden daha fazla hak ediyor olmalı. Tabii ki yine yaşıyor olma refleksi o gün için bu gerçeği kabul ettirmeyecek bizlere, önemli değil. Böyle davranacağımızı yaşam çok iyi biliyor. Ona göre yapmıştır planlarını. Ona güveniyorum. 

18 Eylül 2011 Pazar

Rhodesia'dan Zimbabwe'ye

İngiliz Uluslar Topluluğu Üyesi
Rhodesia Bayrağı
1888'de, Cecil Rhodes Güney Afrika'da Ndele şefinden maden imtiyazını aldı. Bu sayede İngiltere 1923'e kadar o coğrafyayı sömürgesi olarak elinde tuttu. Var ettikleri ülkenin adı, Cecil Rhodes'in adından yola çıkılarak Rhodesia olarak kabul edilir. 1923'de Güney Rhodesia, yani bugünkü Zimbabwe beyazların katı iktidarını benimseyen bir anayasa ile sömürgeleştirildi. 1960'lı yıllarda dünyada sömürgeler göreceli olarak bağımsızlıklarını kazanmaktalardı. Güney ve kuzey Rhodesia beyazların iktidarında bağımsızlıklarını tek taraflı olarak ilan ettiler. 

Bağımsızlığını Kazanmış Beyazların
 Rhodesia Bayrağı

Tabii ki İngiltere bu durumdan memnun olmadı. Uluslarası toplum nezdinde elinden geleni yaptı. Petrol ambargosu zamanla delindi, kim bilir İngilizler kayda geçmeyen daha neler yaptılar. Beyazların elindeki iktidar ile kazanılmış bağımsızlık siyahları tatmin etmedi. Aralık 1972'de Afrikalılar beyazların yönetimine karşı gerilla savaşı başlattılar. 1978'e kadar 6.000'in üzerinde asker ve sivil öldürüldü. 1978'de iktidar zenci çoğunluğa geçti. 17 Nisan 1980'de bağımsızlıklarına kavuştular. 


Zimbabwe Bayrağı
Zimbabwe'liler bağımsızlık için mücadele ederken, Rhodesi'ya da "Zimbabwe" kelimesi yasaklıydı. Zimbabwe kelimesi zenci çoğunluğun tanımlamasıydı. İngilizler ve beyaz iktidar Rhodesia'yı ellerinde tutmak için bu kelimeye sansür uygulamak istediler. 17 nisan 1980'de bağımsızlıklarını kazanmadan önce 1979 yılında bu konuda destek olabilmek için Bob Marley, 1979 yılında yayınladığı Survival albümünde "Zimbabwe" namlı şarkısını yayınladı.

17 Nisan 1980'deki Zimbabwe bağımsızlık günü kutlamalarında konser veren Bob Marley zamanının yasaklı kelimesinin adını taşınyan şarkısını büyük bir keyifle söylemiş olmalı. Yerel halkın içinde bulunduğu heyecan ve umut danslarından dahi görülmekte. Şarkı şöyle başlıyor;

Every man gotta right to decide his own destiny,
And in this judgement there is no partiality.
So arm in arms, with arms, we'll fight this little struggle,
'Cause that's the only way we can overcome our little trouble.
Brother, you're right, you're right,
You're right, you're right, you're so right!
We gon' fight (we gon' fight), we'll have to fight (we gon' fight),

We gonna fight (we gon' fight), fight for our rights!


Zimbabwe beyazların baskıcı yönetiminden kurtuldu ancak Afrika'daki ya da dünyanın herhangi bir yerindeki sömürge devletler gibi üzerindeki gölgeden asla kurtulamadı. Sömürgeciler, terk ettikleri topraklara yumurtalarını bırakmadan girmeyen canavarlar gibi yeni gelen yönetimleri işlerine geldiği gibi kullandılar. İdi Amin'ler, Saddam Hüseyin'ler ve Kaddafi benzeri kuklalar beyazların dengelerini gözettikleri sürece "Dost ve Kardeş" ilan edildi. Eski sömürge ülkelerin ödedikleri bedel ekonomik çöküntüden asla kurtulamamak oldu. on trilyon dolarlık banknot, bağımsızlık kazanmanın da çok fazla sorunu çözmediğini ve hatta yeni sorunlar ürettiğini göstermekte.

Eleanor Rigy, Farklı Haleti Ruhiyeleri ile



Elenaor Rigby, tarihin en fazla yeniden yorumlanan şarkılarından biri, farklı insanların müzik anlayışları ile nasıl bambaşka yüzler ile karşımıza çıkıyor. Tıpkı aynı insanın farklı ortamlarda, farklı şartlarda bambaşka insanlara dönüşebilmesi gibi Eleanor Rigby'yi kimi zaman zorlukla tanıyabiliyoruz. 


Halbuki içi aynı, söyledikleri aynı. Ben bu farklılıkları düşündüğüm zaman olduğum insanın ne kadar ben olduğunu sorgularım. nedeni, beni ben yapan unsurların belki de sadece içerisinde bulunduğum şartlar sebebiyle olgunlaşmış olması ve esasında "seçimim" sandıklarımın bana ait değil, benim ait olduğum şeyler olması olasılığı beni korkutur.




Bulunduğumuz şartların dışında var olamayacağımız için belki de "normal" olanı ya da olması gerekeni budur. Bulunduğum bu kaçamayacağım nokta yine belki de daha önceki seçimlerimin beni getirdiği kader gibi bir durum olabilir. İçerisinden kolay kolay kurtulamayacağım bir hal bu. Genellikle vardığım sonuç, nedenlerini bir kenara bırakıp, sonuçlarıyla olabildiğince keyifle devam etmek oluyor. 


Bu "cover" dediğimiz yeniden yorumlama işinin üstadı kesinlikle doğa'dır. Yaşam her saniye yeniden yorumlanır, milyarlarca yıldır. Canlılar bulundukları ortama göre farklı renklere, büyüklüklere, farklı var oluşlara sürüklenir. bizler bunları ne kadar dışarıdan görüldüğü gibi, yani fiziksel değişimler olarak algılasak da, mümkün olduğu ölçüde psikolojimize göre dahi değişiriz.


 Büyük şehirde yaşayan sen ve köyde yaşayan sen belki de birbirleri ile hiç anlaşamayabilir.. Bir çiçek deniz seviyesinde sarı, yüksek dağların eteğinde mavi açar. bir kuş ormanın içlerinde bal ile, denizin kıyısında balık ile beslenir, yediklerinin farklılığı onu her şeyiyle  değiştirir. kimileyin daha saldırgan ya da daha uyuşuk olur. aynı var oluşun değişimi hayatı canlı tutan şeydir. 

Başkalaştıkça, değiştikçe yenileniliriz. Kimileri buna yozlaşma der ama yozlaşma olasılığını göz önüne almaz isek değişimin bir kısmına tamamen kapamış oluruz kendimizi. Her olasılığı, bugün için çok kötü görünen olasılığı dahi atmaladan, maliyetine bakmadan çeşitliliğimizi sürdürmenin olumsuz maliyetleri de vardır. 



Doğa için, hayat için ve hatta insanlar için bunun bir önemi yoktur Değiştikçe daha güçlüyüz. Bu kadar kelime yeter,  geri kalanını müzik anlatsın. Benim yetemediklerimi müzikteki farklılıklar anlatacaktır.



İnsan her daim sağ duyulu, aklıbali olamıyor. O yüzden bu şarkıdaki ruh halindeki halimizi  ya da Eleanor Rigby'nin bu halini sevmesek de katlanmak zorunda oluyoruz. Beğenmediğimiz yüzlerimiz ile de varız, insanlar beğenmediğimiz yüzleriyle de varlar. Tahammül için dinleyin bunu da.

Bu hal ise, parkta tek başınıza keyifsiz halde otururken yanınıza gelen tanımadık, hoş sohbet teyzenin size aşılayacağı yaşam sevinci gibi, o yaşlı kadının yaşama nasıl tutunduğunu görüp kendinizden utanma hali gibi. Eski ama dipdiri, yenilere taş çıkaracak cinsten. Keyfi sürülesi..


Bu Eleanor Rigby ile yoldayız. Bir arabada, Eleanor ve ben, yoldaki her şey sinema filmi gibi hızla geçiyor gözümüzün önünden. biz elimizden geldiğince detayları kaçırmadan, dikkatimizi dağıtmadan ilerliyoruz. Uzaklara gitmenin ferahlığı, her şeyden uzaklaşmanın rahatlığı ile koltuklarımıza yayıla yayıla oturmuşuz. İlginçtir, bu rüyayı akıl eden ben, nasıl araba kullanılır bilmiyorum. 


Daha Fazlası için; http://www.youtube.com/playlist?list=PL0CB1B5EF1F4ACE4D bu adreste seksen küsur cover bulunmakta...
İyi Pazarlar...

14 Eylül 2011 Çarşamba

Köle'ler Neden Özgür'leştirildi?

Vaktiyle, köleliğin neden kaldırıldığına dair kanaatim insanlığın uzun yıllar acı bir yanlışın içinde olduğu, "neden sonra" yanlışından döndüğüydü. 

İnsanlardan ve insanlıktan yana umudumu köleliğin, köle sahiplerinin istediği yeni dünyada yeri olmadığı için kaldırıldığını  fark ettiğimde tamamıyla kestim. 

Kölelik on binlerce yıllık bir sonuçtu. İnsanın varlığının ve yaratabileceği hayatın kimi noktalarda farklı olamayacağının kanıtı gibiydi. Farklı kültürlerde, birbirlerinden habersiz coğrafyalarda yaşayan insanlar köle'lik kurumuna sahiplerdi. Geriye kalan dünyanın varlığından habersiz olduğu Amerika kıtasında da, Asya toplumlarında da, Avrupa'da, Afrika'da da kölelik vardı. İnsanın olduğu yerde kölelik vardı diyebiliriz.
16. yüzyıl ila 19. yüzyıl arasında takriben 12 milyon Afrikalı Amerika'ya köle olarak getirildi. Bu insanların yüzde 15'i henüz yolda hayatını kaybetti. Geriye kalanları Yeni dünyadaki sağ tarafta da görebileceğiniz köle tüccarları tarafından sahiplerine, efendilerine satıldılar. 

Sanayi devrimi ile yaşanılan hayatın neredeyse sil baştan yazıldığı dönemlerde köleliğin kaldırılması sürpriz olmamalı. Köleliği ilk kaldıran Amerikayı tahmin edebileceğiniz üzere İngiltere takip etti. Asıl sürpriz köleliği kaldıran üçüncü ülkenin Osmanlı İmparatorluğu olması.

Köle ve işçi arasındaki farkları sahip ya da işveren gözü ile değerlendirdiğinizde, yeni yeni temelleri atılan dünyada köleliğin "karlı" olmadığı, bunun yerini tutacak işçi sınıfının egemen sınıf için çok daha fazla kar, daha kaliteli iş gücü, daha iyi bir hayat anlamına geldiği açıkça ortadadır. Köleliğin kaldırılması altındaki temel motivasyon işçi'nin köleye göre avantajıdır. Bu avantajları akıl edebildiğim kadarıyla paylaşmak istiyorum;



* En temel fark şu olmalı; köle sadece üretir, üretmesi için ihtiyacı olacak kadar tüketir. İşçi ise hem üretici, hem tüketicidir. İşçi, ürettiği şeyleri emeği ile kazandığı para vasıtasıyla satın alırken onu çalıştıran patronları, yaşadıkları hayatı tamamıyla üretken işçilerin üretimlerine borçludurlar. 

* Köle size ait bir maldır. İşçi ise emeği için kiralanır. Bu durum köle'nin her derdini sizin derdiniz yapar, İşçinin derdi ise kendisine aittir. İşveren olarak, karlılığınıza zarar verdiği anda emek piyasasından bir yenisi, köle satın almaya göre, yok paraya yenisi edinilebilir.

* Köle, köle tacirlerinden satın alınır ve ömrünce size hizmet eder. Anavatanından size ulaşana kadar elden ele satın alındığı her noktada fiyatı artar. Kölenin çalışma performansı beğenilmediğinde pek muhtemel ki iade edilemez. Kaza eseri satın aldığınızın bir gün sonrasında ölebilir. Asgari yaşam şartları sağlanmak zorundadır. Hastalıklı bir köle sizi diğer tüm kölelerinizden edebilir. İşçi kendi yaşamına sahiptir, sizin için çalışmadığı sürece. İş kazasında dahi ölmesi kendi problemidir. İşyerindeki tüm işçileriniz ölse, kenarda biraz birikmişiniz var ise yeni köleler satın almaktan çok daha ucuza ve kolaya değirmeninizi tekrar döndürebilirsiniz.

* Köle çalışmak zorundadır ama yaşamının devamı için, iyi çalışabilmesi için gerekli gelecek beklentisi ve motivasyonu yoktur. Hala umudu kaldıysa esaretten kurtulmayı isteyecek, kimileyin paranızla satın aldığınız hayatını riske atarak deneyebilir. İşçi ise sizinle çalışmaya kendisi gönüllüdür. Eğitim vermek niyetiyle onu istediğinize daha yakın, daha iyi, sadık, yaratıcı ve üretken bir çalışan yapmak köleye göre çok daha kolaydır. Çalışamayacağı duruma düştüğü anda yerine yenisini edinmenin maliyeti yok denebilir.

* Köle barındırmak onlarca maliyet demektir. Yemesi, içmesi, sağlığı, kaçmaması için güvenlik önlemleri, adam gibi çalışması için onu çalıştıracak eli kırbaçlı adamlar... İşçi çalıştırırken bu gibi maliyetlere yer yoktur. Fabrikanızda çalışmadığı sürece ne yaptığı kendi derdidir. Yarın sabah yine, çalışabilecek kadar sağlıklı durumda gelebildiği sürece arada kalan zamanında ne yaptığı kimsenin umurunda değildir. 

* Köle işçiye göre daha az öğrenebilirdir, daha basit işlerde tercih edilir. İşçi ise daha fazla kazanç, kariyer, daha iyi bir yaşam için öğrenmeye daha açıktır denebilir. İnsanlığın bilinen en eski tarihinden, köleliğin kaldırılmasına kadar köle kullanımının genel olarak benzer işlerde görülmesi sürpriz değildir. İşçi ise, değişen yaşam ile birlikte kendi içinde onlarca farklı ihtiyaca hitap eden alt sınıflara bölünüp, işverenlerin farklı ihtiyaçlarına göre şekillenmişlerdir.

* Kölenin özgürlük gibi bir beklentisi yoktur. Çok fazla kültürde, zamanda ve mekanda insan yerine dahi konmamış, statüsü ve değeri her ortamda, kendisine, daha açık olamayacak şekilde anlatılmıştır. İşçi'nin ise "güya" temel hak ve hürriyetleri vardır. Bu hak ve hürriyetler piyasa'nın yararına olacak şekilde dizayn edilir. Seyehat, haberleşme, barınma, din ve vicdan, ifade ve hatta yaşama hakkı dahi devletçe kısıtlanabilir.

* Köle'nin kendi kölelerine sahip olması, patronları için çalışan bir işçinin zamanla kendi işçilerine sahip olmasından daha düşük ihtimaldir. İşinde ilerleyen işçi, bedenen gücünü kaybetse de birikimiyle farklı pozisyonlarda daha fazla kar demektir.

* Köleleri bir arada tutan şey biraz zincir, biraz kırbaç kısaca şiddettir. İşçileri bir arada tutan şeyler ise biraz hayal biraz kabustur. Hayal kısmı patronları gibi olabilmektir, kabus kısmı ise klasik ölümü gösterip sıtmaya razı etme durumudur. Etnisite, inanç, vatanseverlik, dil, ve hatta bir futbol takımı bile işçilerin diğer bir kısım işçilere karşı saf oluşturup kendilerini patronları ile aynı kelimeler ile tanımlamasına ve işçiliğin kaderine daha sıkı tutunması demek olabilir. Kölelerin böyle dertleri yoktur. İşçilerin daha fazla işçi olması "diğer" işçilerle kuracakları antipati ve nefret temelli ilişkilerle olur.

Kısaca köle çiftlik sahibi içindir, işçi ise fabrika sahibi içindir. Zamanla fabrika sahipleri, köleleri ihtiyaçları doğrultusunda üretimi ve tüketimi arttırmak, ücretleri düşürmek amacıyla işçi'leştirebilmek için çiftlik sahipleri ile çatışmışlar, haliylen çiftlik sahiplerini yenmişlerdir. Kölelik de böylece Amerika'dan ve İngiltere'den esen rüzgarla ortadan kalkmıştır. 


Hukuk'a inanmıyorum ama saygı duyuyorum

Yazının başlığı Ekşi Sözlük'te kimin yazdığını hatırlamadığım bir entry'den (ç)alıntı. Hangi yazar olduğunu hatırlayabilseydim, muhakkak paylaşırdım.

Konuya sebep dün ilk defa işimin düşmesi ile, yanış hatırlamıyor isem, hayatımda içerisine girdiğim ilk adliye, Çağlayan'daki İstanbul Adliye Sarayı. Gerektiğinden bir yarım saat erken gidince turist hevesiyle binada dolanmaya, cep telefonumla fotoğraflar çekmeye başladım. En sevdiğim fotoğraf hemen yukarıdaki, yeni keşfettiğim panaromik mod ile çekilmiş, Saray'ın şaftının kaydığı. Bina, güven ve huzur veren adalet hissinden çok Türkiye Cumhuriyeti'nin her zamanki yaklaşımı ile birey karşısında ne kadar büyük ve güçlü olduğunu hissettirme amacını hatırlatıp ezilme hissi ile donattı beni.

Girişten içeriye sızan ışık hayatın da, umudun da burada değil dışarıda olduğunu anlatır gibi parlıyor. İnsanların hayran gezindikleri, girişte George Bush kişisinin yüzyılın icadı ilan ettiği, aylak bakkal icadı "ginger" namlı araçlarla geçen polisler de görebiliyorsunuz. Dakikalarca seyrettim ancak, girişte sizleri karşılayan iki adalet hatunu heykelinin taşıdığı terazilerin kefeleri milimetrik derecede dengede. Bu tip ufak ve önemli detayların sıkça atlanabildiği yerde, küçük de olsa bir artı.


Derdimi anlatabilecek kadar dahi bilmediğim hukuk dilinde yazılmış tabelalar sizleri Sulh'lere, İnfazlara, İcra'lara, türlü değişik yere götürebiliyor. İnsanlar ilişkilerini düzenlemek için tonlarca A4 kağıt harcıyor. Dosyalar geliyor, gidiyor. Bina ilk anda ezici büyüklüğü ile ilginç gelse de içerisinde olan biten fazlaca sıkıcı, zamanla, insanların hiç gelmek istemeyecekleri bir yer. Türkiye Cumhuriyeti'nin anlata anlata bitiremediği büyük devlet olma iddiası, ululuğu, kudreti, hatta kibri ve hepimizin üzerindeki gücü buradaki havada bile hissediliyor. Benim algımla, binanın ürkütücü büyüklüğü devletin adalete verdiği önemle alakalı olduğu kadar senin karşındaki durumunu da anlatıyor. İstanbul gibi birkaç ülke büyüklüğünde ve kalabalıklığında bir şehirde her ilçeye ayrı adalet sarayı bulundurmaktansa, her ilçeden insanları Çağlayan ve Kartal gibi iki merkeze toplama hevesini mantıklı bulmak imkansız. Ancak bu zihin "Dünyanın En Büyük Adalet Sarayı"nı inşa etmekle övünebilir. 
Kavram olarak adalet, kavram olarak devletin sunabileceği bir şey değil. Devlet, belli bir zümrenin işine gelen sınırlar dahilinde anarşi yaratmaktan başka bir işe yarayabilen bir kurum değil. Hele bir de dengeleri yerine oturmamış, farklı ve olgunlaşmış kutuplara sahip olmayan, üçüncü dünya ülkesi sıfatına haiz olanlarında adalet en fazla silah olabiliyor. Bu silah ile insanlar hizaya sokuluyor. Adaleti simgeleyen kadının gözleri yine kapalı oluyor ancak devleti yönetenlerin düşman olarak kodladığı herkese kılıcını sallarken, önüne çıkanın çocuk, yaşlı, erkek ya da kadın olmasının fark etmemesi için. 

İlk birkaç dakika ilginç görünebilen bina çok uzun sürmeden diğer bir devlet dairesi olduğunu hatırlatıyor. Yoğun bir temponun, yıldırıcı bürokratik işlemlerin ve kurtulmak istedikleri bir binanın içerisinde debelenen insanları binanın her yerinde görebiliyorsunuz. İlginçlik kısa süre sonra buhar olup uçuyor. Ne binanın büyüklüğü, ne kendisine yüklediği misyon, ne görselliği, ne yüzlerce metrelik boş granit kaplama duvarları oradan kaçma isteğimi zerre azaltamadı.

Bu kocaman binanın boş duvarlarında meşhur olmayan ressamlar resim sergileri açmak istese adaletimiz ne derdi acaba? Ya da o kocaman girişinde yine meşhur olmayan sokak müzisyenleri bir şeyler çalmak istese yetkililer ne der? İzin vereceklerini sanmam. Hakkında çok bile konuştum. Artık akşam yemeği zamanı..



12 Eylül 2011 Pazartesi

New Orleans'ın Renkleri

Bugün, dünya çapında yerleşik tüm o antipatiye rağmen Amerika Birleşik Devletlerinin özel bir yer olduğunu düşünüyorum. 1492'ye kadar beyaz adam görmemiş, kocaman, beyaz adamın geldiği topraklara göre neredeyse kaynak bakımından bakir yepyeni bir dünya. Yaşam burada adeta yeniden başlamış, uygarlık için beyaz bir sayfa olarak kabul görülebilir. O beyaz sayfanın tüm defter üzerine düşürdüğü simsiyah gölgesinden azade, belki de o gölgenin var olmasının sebebi olan güzelliklerini bilgisayar ekranından da olsa seyretmeyi çok sevdiğimi söyleyebilirim. New Orleans bu güzellikler içerisinde en öne çıkan birkaç yerden sadece bir tanesi. 

Epey bilindiği üzere, bu topraklar Amerikalılarca, Fransa'dan 15 milyon dolar karşılığında satın alınmış. Napolyon'un bu kararında, ellinde tutamayacağını anlaması olduğunu tahmin edebiliriz. Her ne kadar satın alınan Louisiana Eyaleti olarak bilinse de esasında içerisinde bugünkü Louisiana'yı da barındıran, bugün 9 farklı eyaletin sınırları içerisinde yer alan çok daha büyük bir alan satın alınmıştır. Amerika toprakları üzerinde bu denli derin Avrupa, hatta özelinde Fransız etkisi başka bir yerde yoktur. Köle ticaretinde önemli bir liman olan New Orleans'da Fransızca konuşan siyahi insanlara rastlamanın normalliği garip bir hal olmalı. 


New Orleans, Louisiana dendiğinde çoğumuzun aklına "Katrina" kelimesi gelecektir. Benim için bu şehri ve eyaleti çekici kılan oradaki hayat olduğu için, bu felaket hakkında konuşmaktan geri durmak istiyorum. Bu gördüğünüz dükkan felaket sonucu bu halde değil. New Orleans'da eski, bakımsız ev görmeniz gayet olası. Zaten burası hiçbir zaman Amerika'nın en gelişmiş eyaletlerinden biri olmamış. Nüfus grafiğine bakıldığında, 1960'lardan beri sürekli azalan nüfusu, buradaki yerleşik hayatın diğer eyaletlere göre daha az cezbedici olduğu hakkında bir ipucu olmalı. Benim için de ömür geçirilecek bir yer değil. Ancak bu dükkanı gezmeyi gerçekten isterdim.

Görmekte olduğunuz görselin resim ya da üzerinde oynanmış bir fotoğraf olması çok önemli değil. New Orleans renkleri ile övünen bir şehir, bu görsel ise övündüğü şeyde ne kadar haklı olduğunun basit bir kanıtı. Yukarıdaki fotoğraflarda da görebileceğiniz üzere  üzerinde hiç oynanmamış fotoğraflarda dahi New Orleans  yeterince renkli. Gökdelenlere uzanan eski sokağındaki her evden, evlerdeki her detaydan başka bir renk fışkırmakta. Bu denli renkli olabilmesini belki de devasa bir şehir olmamasına borçlu. 

Hiç görmediğin New Orleans'a dair tahminim bu renklerin esasında birer sembol olduğu. Suç oranı yüksek bir güney eyaletinden bahsetsek de benim hayalimdeki New Orleans hayatın bütün renklerine, farklılıklarına kucak açmış doğa kadar çeşitli, canlı. Bu fotoğraf http://rdvernon.wordpress.com blog'undan arak'tır. Blog'da New Orleans ve Louisiana'ya dair birçok renge ve güzelliğe şahit olma şansınız mevcuttur. 


İklim'den de bahsetmek gerekli, burası Amerika'nın en fazla yağış alan yeri diye okudum. Havası oldukça nemli ve bunaltıcı. Fırtınalar şehri olduğunu da atlamamak lazım. Benim için şehir olan New Orleans değerli ancak şehir ve eyalet içerisindeki bataklıkları ile de meşhur. 

Bu şehrin hiç mi karanlığı yoktur, gece buraya da Bilge Karasu'nun da anlattığı gibi kuytulardan başlayarak yayılmıyor mudur diye düşünürken bu fotoğrafa denk geldim. Sanırım buralarda biraz dahi ışık varsa gece yoktur. İnsanlar bu kuytulara renklerin ağırlığından kaçıp, dinlenebilmek için geliyorlardır, biraz dinlenebilmek için. İnce ama rahatsız etmeyen ıslaklık, sıcak özel bir kahve, sigara ve cafe'de çalmakta olan New Orleans'a özgü eski bir müzikle hayal ediyorum bu sokakta olduğumu. Nemden zar zor nefes alırken, yine de burada olduğum için oldukça mutlu ve huzurlu olurdum. 



New Orleans'dan bir mezarlık fotoğrafı. Ölümün kasveti bile bu insanların renklere olan sevdasına gölge düşüremiyor olmalı. Fotoğrafı çekenin kolaycı müdahalesi de olabilir, mühim değil. Baktığım yüzlerce fotoğrafın içerisinde Katrina felaketini saymazsak her şey, her zaman renklerin en güzeli ile döşeli, sanırım hayat devam ettikçe New Orleans renkleri ile anımsanacak


Blues'dan, caz'dan , Louis Armstrong'dan, Oscar Peterson'dan, hatta Grandpa Elliott'tan Mardi Gras'tan, kölelik ve kölelik sonrası siyahlardan, LGBTT bireylerin varlıklarından ve o bahsettiğim renklere katkılarından, timsahlarından, New Orleans limanından ve bir o kadar da henüz hakkında hiçbir şey bilmediğim detaydan bahsetmeden olmaz tabi ama bu şehri hiç görmeden bu kadar oluyor, bir gün yerinden, kendi objektifimden anlatabilmek üzere, eski birkaç seçme ile güle güle...